Suriyeli bir fotoğrafçı ve yarı-Fransız olan Omar Berakdar tarafından kurulan Arthere hakkında son bir kaç yılda online ve basılı medyada pek çok haberlere ve röportajlara yer verildi. Mekanın en önemli işlevi savaş nedeniyle Suriye’den İstanbul’a göç eden sanatçıların; kendilerini ifade edebilecekleri, üretim yapabilecekleri, kısacası nefes alabilecekleri bir yer olması. Resim sergilerinden, mini-konserlere, alternatif tiyatro gösterilerinden, çeşitli atölye etkinliklerine kadar pek çok farklı aktiviteye ev sahipliği yapan bu mekan yalnızca Suriyelilere oksijen getirmiyor. Hem İstanbul’da yaşayan hem de pek çok ülkelerden buralara yolu düşen pek çok sanatçıya alışılmışın dışında fırsatlar sunuyor ve farklı kültürlerle buluşma imkanı tanıyor.
Örneğin, Arthere kafenin kurulumundan, tüm büyüme ve gelişim aşamalarına kadar her anına dahil olan; her bir noktasına eli değen, güzelleştiren ve aynı zamanda kendi gelişimini de bu sürecin bir parçası olarak gören ve “onlarla büyüdüm” diyen Türkiye’den de bir çizer var içeride: Öykü.
Öykü’yü, Arthere’in sürekli ziyaretçileri çok yakından bilir. Bir anda aniden patlattığı kahkahalarıyla; başka bir anda, masalardan birinde kucağına ya da yanıbaşına oturan bir kediyle aynı sessizlikle işine gömülmüş, önündeki kağıda incecik ufacık çizgiler atması esnasında onu fark etmemek mümkün değil. Aslında herkes onun varlığına çok aşina. Arthere’in duvarda asılı resimleri, renkleri ya da kedileri kadar oraya ait. Adeta bu mekanın ayrılmaz bir parçası gibi görülen bu kadınla sohbet etmeye başladığınızda ise kendi özgün parçalarıyla karşılaşıyorsunuz. Ve tüm o parçaların mükemmel bir dengede birleşip, uyumlanmış hale gelene kadarki serüvenini merak ediyorsunuz. Çünkü bu mekanın ev sahipleri arasında tek Türk sanatçı olan Öykü Doğan; yaşamının bir aşamasında Arthere ile yolunun kesişmesini büyük bir şans olarak tanımlıyor.
Çocukluğundan beri resim yapan ve üniversitede İktisat okuyan Öykü; mezun olduktan sonra her Türk gencinin yaşadıklarına benzer sorunlar yaşıyor; hayatın gerçekleri yüzüne vururken “ben ne istiyordum” sorgulaması için biraz geç kaldığını hissediyor. Ancak zaman geçtikçe bu durumla yüzleşmesi gerektiğini fark ediyor. Öykü şimdi topladığı tüm parçalardan memnun.
“Öykü’yü resim derslerine sokmayın, çocuğun hayal gücü gidecek.”
İlk resim yapma isteğini ne zaman fark ettin?
Şinasi abi! Hacettepe Üniversitesi’nde öğretim görevlisi bir heykeltraş ve aynı zamanda aile dostumuz. Onun hayatı beni hep büyülüyordu. İlk Hacettepe Üniversitesi’ne gittiğimde 3-4 yaşlarımdaydım sanırım ve bana okulu gezdirmişti. Çok heyecanlandığımı hatırlıyorum; o gün bana kara baskı filan yaptırmıştı, resim ve heykel atölyelerini göstermişti. Her şey gözüme kocaman, dev gibi görünmüştü. Şimdi bile anlatırken o heyecanı hissediyorum. Bende iz bırakan o imgeler, zamanla çizgilere dönüşmüş. İlk okula başladığımda Şinasi abi anneme şöyle demiş: “Öykü’yü resim derslerine sokmayın, çocuğun hayal gücü gidecek.”
Hakikaten de öngörüsü tuttu; mesela bir keresinde derste mor çatılar çiziyordum ve öğretmenim yanıma gelip çatı mor olmaz kiremit rengi olur demişti.
Nasıl bir çocukluktu seninki?
Bugün resim yapıyor olmam ne yazık ki çocukluğumun resimle geçtiği anlamına gelmiyor. Matematik öğretmeni olan üvey babam Aziz Amca, zeka geliştirmeye çok önem verirdi, aptallığa tahammülü yoktu. Akıl oyunları, zeka testleri, satranç gibi şeyler elimizin altından eksik olmazdı. Öyle ki ben de kendi kendime okuldan gelip satranç oynadığımı bilirim.
Lisedeyken Güzel Sanatlar’a girmek istemiştim ancak ben de her klasik ailenin vereceği tepkilerle karşılaştım ve o fikir çok çabuk söndü. Aziz amca “Sonuçta Van Gogh olamayacaksın Öykü, ayrıca büyük sanatçılarda hep bir delilik vardır, sen deli misin? Sanmıyorum.” demişti. Kolu kanadı kırılmıştı 18 yaşındaki Öykü’nün, deli değildi herhalde ve Van Gogh olamayacaktı…
36 yaşındaki ben tabi ki biliyorum Van Gogh olamayacagimi ama o tekti ve ben de Öykü’yüm, ayrıca tekniklerimiz de farklı… Delilik konusunda bi yorum yapmayayım, arkadaşlarım konuşsun.
İlk profesyonel derslerini ne zaman aldın?
Türkiye’de galiba yurt dışına göre geç olgunlaşıyorsun, ne istediğine emin olamıyorsun. Çünkü sana zaten öyle bir süre tanınmıyor. 17-18 yaşındasın ve sınavdan başka hiç bir şey konuşulmuyor. Kendini tanımak ve dinlemeye vakit kalmıyor.
Lise sonda üniversite sınavını kazanamadım, Güzel Sanatlar hayalim de bir ay içinde suya düştü. İkinci sene Eskisehir Anadolu Üniversitesi’ni kazanınca bu sefer ailem sırf Ankara’da kalayım diye yetenek sınavlarına girmemi teklif etti. Sınavlara bir ay kala desen dersi almaya başladım, yine Şinasi abiden tabi. O süreçte bir kaç teknik keşfettim fakat bir aylık çalışma yeterli değildi ve bana Eskişehir yolu göründü.
Peki İktisat mezunu olduğunu biliyoruz. Resim tutkusuyla beraber üniversite sürecini nasıl geçirdin?
Eskişehir’e ilk gittiğimde İktisat’ın ne olduğunu bile bilmiyordum; bir sene okur Güzel Sanatlar’a geçerim demiştim ama sonra o öğrencilik rehavetine kapıldım. Özgürlük tatlı geldi. Yüksek eğitimin heyecanı, her şey yeni ve farklı… Okuduklarım ilgimi çekiyordu ve anlamaya çalışıyordum. Gittikçe üniversite hayatının içine çekiliyordum.
Bir de Anadolu Üniversitesi’nin kampüs hayatı gerçekten çok iyiydi; sinema salonları, öğrenci klüpleri, açık etkinlikler… O kadar açtım ki her şeyi görmek, duymak; her şeye dokunmak istiyordum. Konservatuar öğrencilerinin derslerine girebiliyordum mesela ya da okulun kütüphanesinde vakit geçirmeyi çok seviyordum. Sonra şehir capcanlı! İlk caz konserimi hatırlıyorum. Önder Focan’ı izledikten sonra resmen çıldırmıştım; etkisini üzerimden uzun bir süre üzerimden atamadım. Aslında karşıma çıkan her yeni şeye karşı bir heveslenme oluyor bende ama sonradan anlıyorum tabi asıl istediğimin ne olduğunu.
Kısacası bu süreçte, ailemin bana hep söylediği şu, “maymun iştahlılığım” yaşamıma çok şey kattı. Şimdi düşünüyorum da Güzel Sanatlar Okulu’na gitmiş olsaydım belki de bugün bunları üretemeyecektim. Camiaya küsenler mi dersin; çizmeyi, üretmeyi bırakanlar, hayatın koşturmacasına kapılanlar mı dersin…
Her ne kadar birbirinden alakasız şeyler gibi görünse de bu omnivorluk sürecinin sanatına bir katkısı olduğunu düşünüyorsun o halde.
Birbirini besleyen şeyler olduğunu düşünüyorum. En azından bir noktaya kadar bu sürece ihtiyacımız var. Üstelik bir daha hayatında bunları yapma fırsatın olmayacak. 20 yaşındasın ve önünde koca bir derya deniz, seni bekliyor keşfedilmek üzere… Örneğin üniversite birinci sınıfta katıldığım tiyatro klubünde yaşadığım deneyimler, oradaki kolektif çalışma ve coşkuyu paylaşmak benim için unutulmazdı. Vücudu işin içine katarak bir şeyler yapmayı sevdim; dans olur, başka bir şey olur. Sesini, suratını bir enstrüman gibi kullanabilmek bir çizerin pek deneyimleyemeceği şeyler.
Mahmut ile Yezida’yı oynadığımızda son provaları hatırlıyorum oyun çıkana kadar duyguya bir türlü girememiştim, son provada Mahmut’un ölme sahnesinde ben baya ağlamaya başladım öyle bir duygu patlaması yaşadım ki ben bile kendime inanamadım. O otuz kişilik oyunu çıkarabildiğimize hala inanamıyorum; çaylak cesareti resmen. Hiç de profesyonel değildik. Ama o coşkuyu unutamam. Perde kapanmadan arkadaşımın kucağına atladım filan… Ben zaten böyleyim, genel olarak hayata karşı amatörizmi benimseyenlerdenim.
Yani profesyonellik umurumda değil mi diyorsun?
Profesyonellik bana bir yaştan sonra seçim meselesi gibi geliyor; mecbur bırakılıyorsun bir kere seçim yapmaya… Belki de biraz da karakter meselesidir; kimisi başından itibaren profesyonel yaklaşıyor hayata, kimisi sonradan öğreniyor, ben pek ögrenemiyorum sanki.
Aslında profesyonellik de umurumda ama bir yanım bu çaylak yönünü unutma diye beni uyarıyor. Ben her şeye atladığım için hiç bir zaman pişman olmadım. Gitar da çaldım, tiyatro da yaptım, resim de, modern dans da…
Hepsinden de büyük keyif aldım, bu bile yetmez mi? Bir yerde okumuştum: “Hayat ciddiye almak için fazla ciddi.” Kendime sürekli şakacı olmayı hatırlatmaya çalışıyorum. Bilhassa başarı anlarımda. Büyüklerin dünyasından hep biraz korktum. İnsanları gülümsetmeyi seviyorum, hem yaşarken, hem çizimlerimle. O kadar ciddiyiz ki bazen…
“Eğer sanat ile uğraşıyor olmasaydım muhtemelen hastanede olurdum.”
Büyüklerin dünyasını nasıl tanımlıyorsun?
Birikim yapmak, evlenmek, geleceğe yatırım yapmak toplum içinde bir kimliğe sahip olmak gibi şeyler sanırım bunlarla tanımlıyorum ve bunların yaşamın benim için ilginç bir deneyim olmaya devam etmeyi durdurması düşüncesinden hoşlanmıyorum.
Ama galiba bunlardan da öte bir şeyler daha var. Hani şu korunaklılık hali… Mutsuzluktan kaçma hali. İnsanlar ölesiye korkuyor mutsuz olmaktan ama şunu unutuyoruz: Mutluluk sürekli olmayacak. Hiç bir şey sürekli değil. Biten şeyler bunlar. Ben sık sık depresyona giren biriyim. Eğer sanat ile uğraşıyor olmasaydım muhtemelen hastanede olurdum. Bir müddet kendi varlığımla var oluş biçimimle çok kavga ettim bu konuda. Sonraları artık mutsuzluğu “bundan çıkmam lazım” gibi bir şey olarak görmemeye başlayınca kendini kabul etmeye başlıyorsun. Mesela mutlu olduğumda da aşırı mutlu, havalarda; mutsuzken, yerlerde, sinirliyken patlayacak gibi yaşarım. Ortası yok bende. Tamam nasılsa batacaksın ama şimdi tadını çıkar! Bazen yine de keşke bir denge olsa diyorum ama… Ben galiba “Başka bir dünya mümkün”ü zorlamaya çalışıyorum. Çünkü bir yandan tamam korunaklı olmak lazım ama yaşamı da görmezden gelmemek lazım gibi geliyor. Ben görmezden gelemeyenlerdenim.
Peki sen çizmek peşindesin ama İktisat mezunu bir gençsin. Hayata atıldığında neler yaşadın?
Ankara’ya döndüm, çalışmam lazım, grafiker olmayı denemek istedim; onun eğitimini alayım derken böylece photoshop derslerine başladım. Bu bir nevi Aziz amcanın günah çıkartmasıydı aslında, o ayarladı dersleri önce. O dönemde yine renkler beni içine çekti ve bildiğin mouse’la bilgisayarda çizmeye başladım. Bir müddet dershanelerde öğrenciler için hazırlanan bir dergiye çizimler yaptım.
Yine bu dönemde, Masaüstü Yayıncılık dersleri aldım. İçeriğinde; grafik eğitimi, resim, desen, bilgisayar, grafik, logo tasarımı gibi kurumsal kimlik tarafı ağır basan içerikler vardı. Ancak ben grafiği hiç bir zaman tamamen benimseyemedim. Ellerimle çalışmayı seviyordum. Üç yıllık bir kurs dönemim geçti böylece. Yaşam geçiyor, part time çalışıyorum, işim yok. Çizimler ve iş saatleri dışında kanepede geçen bir hayat, depresyonun alası…
Ankara’da bu sektörde iş imkanları da sınırlı. Sonunda annemin çevresi aracılığıyla İstanbul’a, bir post prodüksiyon şirketinde görsel efekt asistanı olarak çalışmaya geldim. Perşembe telefon geldi, Pazar İstanbul’daydım. Kanepeden İstanbul’a hızlı bi geçiş oldu. İki ay boyunca anacığımın yolladığı 500 lira ile Levent gibi bir yerde, bir sandviçi, yarısı sabah yarısı akşam yiyerek geçindim. Deneme süresindeydim ödeme yoktu, 2 ay sonunda cüzi bir maaşla İstanbul macerası resmi olarak başlamış oldu.
“Ben sana kendini sevme demiyorum, yine sev ama hobi olarak sev.”
Nasıl buldun bu sektörü? İş deneyimlerini paylaşır mısın?
Bir kere insan enerjisinden beklenti çok yüksek. Gece gündüz çalışıyorsun, sabahlıyorsun ve şirkettekiler seni mutsuz görünce ayıplıyor mesela; nasıl yani zil takip oynayayım mı sabahladım diye?
Ayrıca çağımız insanının ortak sorununa bariz bir şekilde gözlemleyebiliyorsun; herkes mutluymuş gibi davranıyor. Mutsuz ya da zayıf olmak kimsenin tahammül edemediği bir durum. Selfişko diye bir çizimim var, “Ben sana kendini sevme demiyorum, yine sev ama hobi olarak sev” yazılı; o günlerden aklımda kalmış bir şeydi. Günümüzde belki biraz da sosyal medyanın dayatmasıyla her daim kendinle barışık olmak zorundasın. Oysa ki kendimizle çatışmamızdan da besleniyoruz. Ama maalesef zayıflıklarımızı göstermeye izin yok.
Bu şirketteki son dönemlerimde bir çizgi film projesine destek vermek üzere, animasyon departmanına sızdım sinsi gibi. Baktım bambaşka bir atmosfer, bende bir heyecan… Tabi o sıralarda yine modelleme üstüne ders alıyordum çok sevdiğim bir arkadaşımdan. Kendim için faydalı, fakat şirket icin tam bir faydasızdım açıkçası; sonra toplu çıkarmalar sırasında kovuldum. Başıma gelen en iyi şeylerden biriydi… O zaman ki supervizorum sakin olmamı ve ne istediğime karar vermem icin kendime müsade etmemi söyledi… Yine onun aracılığıyla Trt’de gösterilen bir çizgi filmde serbest olarak çalışmaya başladım. Çizimlere after-efect ile hareket veriliyordu ve bu dönem benim kendi çizimlerim adına bir meydan okuma oldu. Vücut, teknik yöntemler, anatomi, gölge gibi çizim detaylarıyla daha fazla ilgilenmeme sebep oldu ve tablette çizmeye başladım.
Sonunda çizgi film işi de hüsranla bitti ve yeniden iş arayışları başlamıştı; bu sefer de yolum bir kitapçıya düştü. Hafta içi kitapçıda, hafta sonları bir barda çalışıyordum. Ancak bu da umduğum gibi gitmedi. Para kazanmak için 7/24 çalışmak ve asıl işim olarak gördüğüm ve yapmak istediğim şeyi yapabilmek için vakit bulmaya çalışmak mümkün olmuyordu.
Devamı için — Part II