Sanat tarihçi ruhumla bu alanda en ilgi duyduğum, beni cezbeden değerlerden biri de taç kapılar olmuştur. Kolay değil Anadolu Selçukluları gibi güçlü ve şanlı bir devlete yine bu şana yakışır şekilde medreselere, hanlara, camilere efsanevi boyutlarda taç kapılar yapılması gerekirdi. Onlar da öyle yaptılar. Dönem ustaları o taşlara dantel işler gibi, resim yapar gibi hayranlık duyulurcasına kendilerinden yüzyıllarca söz ettirecek motifleri işlediler. O motiflerin her biri dile gelecek şekilde manalar taşıdı. Bir Divriği Ulu Cami desem… Neresinden başlanır ki bu abidevi eserin Anadolu Elhamrası’nın… Boşuna dememiş Evliya Çelebi ”Methinde diller kısır, kalem kırıktır” diye… Aynen de öyle. O yüzeyden taşmış üç boyutlu süslemeler o çift başlı kartal ikonografisi, o güneş ışığının geliş açısına göre tasarlanan silüetler… Yapan usta nur olsun yerinde dinlensin. Nasıl bir yetenek nasıl bir beceridir o hala düşündükçe, o motiflere baktıkça şaşarım. Sanki bir resme bir heykele bakıyormuş izlenimi veriyor insana. Hiç kusur tek bir hata olmadan taşa o şekli vermek tabi ki de her yiğidin harcı değildir. Hele ki sadece teknolojinin esiri olarak yaşadığımız şu yüzyılda gençlerimizin estetiklikten ve sanatsal zekadan uzak olması, hatta duvara çivi bile çakamaması, 13. yüzyılın taş ustalarıyla mukayese edilmeyecek durumda olduğumuzun acı gerçekleri arasındadır.
Taç Kapılar
Demem o ki ben ne kadar anlatsam da görmek yaşamak gerekir o güzellikleri, iyisi mi yolunuz düşerse bir Divriği Ulu Camiye, bir Konya İnce Minareli Medresesi’ne, Erzurum Çifte Minareli Medrese’ye uğrayın derim. Tabi bu sadece Anadolu Selçuklu Devleti’ne özgü olmayıp Osmanlı sanatında da sürüp giden bir gelenek olmuştur. Lakin en çok adından söz ettiren dönem Selçuklular olmuştur. Sözün özü sanata estetiğe nasıl değer verildiği, bir devletin kendinden nasıl asırlarca söz ettirdiği o motiflerde saklıdır.