–Seviyor musun?
-Neyi?
-Stand up’ı. Seviyor musun?
-Şöyle açıklayayım. Dünyada stand up dışında para kazandırabilecek bir iş bulsam kesinlikle o işi yapardım. Ne olursa. Buna Ku Klux Klan’ın kuru temizlemecisi, sakat bir çocuğun portrecisi ya da mezbaha görevlisi olmak dahil. Biri gelse; Leonard ya adamın kafasını yiyeceksin ya da Capa’da haftada iki kez sahne alacaksın dese, tuzu uzatmasını söylerim. Bu berbat bir iş. Böyle bir şey hiç var olmamalı. Tıpkı kanser gibi ya da Tanrı gibi.”
-Ama seviyor musun?
-(Adam ellerini “Ne diyebilirim ki” dercesine kaldırır)
– (Kadın düşünür) Evet. Seviyor.
Primetime Emmy Ödülleri’nde 4 ayrı dalda ödül toplayan ve farklı ödül törenlerinde yer aldığı kategorilerde toplam 14 ödül sahibi olan 2018 yapımı komedi dizisi The Marvelious Mrs Maisel, Amy Sherman Palladino’ya hem “komedi yazarlığı” hem de “komedi yönetmenliği” ödülünü aynı anda kazandırırken diğer yandan Emmys’in 70 yıllık televizyon tarihinde bir ilk gerçekleştirerek 2004 yapımı “Arrested Development” dizisinden bu yana özel kategorilerde ödülleri arka arkaya toplayan ilk komedi dizisi oldu. Dizinin bu başarıyı, karşısında “Game of Thrones” gibi sıkı bir rekabete rağmen elde ettiğini de unutmamak gerek.
1988 yapımı bir hit komedi dizisi olan Roseanne ‘nin 3.sezonundan itibaren senaryo yazarı olarak kariyerine ilk adımı attıktan sonra, 2000-2008 yılları arasında oynamış olan ve 2016 yılında Revival bölümleriyle tekrar seyircisiyle buluşan “Gilmore Girls” ile aile ve dram türünde başarısını kanıtlayan Amy Sherman Palladino, mizah yeteneğini öne çıkardığı The Marvelious Mrs Maisel’da da yine kendi imzası olduğunu belli eden çizgiler barındırıyor.
Hem senaristliğini hem de pek çok bölümde yönetmenliğini üstlendiği 2017 yapımı dizi The Marvelious Mrs Maisel, 1950’lerin New York’unda, Yukarı Batı Yakası bölgesinde geçen bir tür Amerikan Avangardı ile Amerikan Rüyasının çatışması komedisi. Amy, ortaya yalnızca bir dizi senaryosu koymakla yetinmeyerek hem görsel detaylar hem de nitelikli referanslarla; 1950 sonlarında Amerika’da hakim olan yeni tür sosyalleşmenin ve gelişmekte yeni alt-kültürün özelliklerine, beat kuşağına, avangart cazına ve etki altına almaya başladığı yeni nesile dair izlenimlerini absürd ve çatışmacı bir yaklaşımla seyirciye sunuyor.
Dönemin, Batı Yakası ve şehir merkezine dair farklılıklar ve günlük yaşamlarına dair ilginç ve çarpıcı detayları gerçekçi bir şekilde işliyor; bunun yanında tüm Amy tarzı işlerin anahtarı olan sınırsız referanslar bu dizide komedi alanında yoğunlaşıyor ve dönemin ünlü kadın komedyenlerinden Joan Rivers, Pyliss Diller ve Sarah Silverman gibi isimlere yönelik atıflar ya da esinlenmelere bolca rastlanıyor.
Fotoğraf I: Miriam Midge Maisel
Dönemin meşhur Amerikan Rüyasına karşı çıkmaya başlayan gençlerinin yaşadığı çatışmayı, kusursuz bir evliliğe sahip olan Midge ve Joel çiftinin sorunları üzerinden izliyoruz. Harika bir evlilik yürütmekte olan mükemmel kadın Midge ve kusursuz koca Joel ilişkisinde şimdi herşey böyle mükemmel mi gidecek dedirten tüm o varlıklı aile, gösterişli mekanlar ve kıyafetlerle tanıştığımız uzun girişten sonra bir anda her şeyin dağıldığı noktaya hızlı bir geçiş olur. Gündüzleri aile şirketinde çalışmaya mecbur olan Joel akşamları stand-up gösterileri yapmaktadır ve eşinin olağanüstü sayılabilecek yardımlarıyla içten içe ünlü bir komedyenliğin hayalini kurmaktadır. Gaslight’ta sahne aldığı bir gece, eşinin önerisiyle doğaçlamaya başvurmasının ardından gelen sahne krizi onu herşeyi itiraf etmeye sevk eder. Bu olaylar zinciri ile Midge için kendi doğal komedi yeteneğini keşfetmenin yolu açılır. Miriam Midge, evlilikten komediye geçmeye karar veren “aykırı kadın” olarak yeni kimliğine geçiş yapar.
Dizinin akışı içerisinde, olayların bir kartopu gibi etraftaki herşeyi toparlayarak ve içine katarak ilerlediğini görüyoruz. Beklentilerin tam belli bir yönde gidecek derken başka bir yöne çekilmesi ilginç gelişmeler doğuruyor. Normalde senaryolarda twist denilen bu taktiğin daha çok aksiyon yapımlarında olaya heyecan katmak için yapıldığını görsek de bu tür durum akışı ağırlıklı bir dizide rastlamak karakterleri oldukça ilgi çekici kılan şey olabilir. Çünkü hiçbir zaman beklenileni yapmıyorlar.
Başlangıçta Midge’in bir noktada süper kahramana dönüşeceğini filan sandığımız The Marvelious Mrs Maisel tıpkı Gilmore Girls dizisi gibi aile hayatı, ikili ilişkiler, evlilik ve kariyer hayatı gibi konular üzerine kurulur. Hayatına kendisinden beklenilenin dışında bir yön çizen Midge’in komedi yeteneğini kovalama çabası sürecinde aile içinde yarattığı gerilim ve çatışmaları izleriz. 16 yaşında hamile kalan Lorelai da bu olaydan sonra baskısına dayanamadığı ailesinin kontrolünde yaşayamayacağına çok erken yaşta karar vermiş ve kendi hayatını kuracağı Stars Hollow adlı kasabaya yerleşmişti. Midge ise bağımsızlığına olan ihtiyacını ilk defa kocası onu terk ettiği zaman fark eder. İlk spotane gösteri gecesinde tutuklandığı arabada tanıştığı; dönemin rutin olarak tutuklanan ünlü komedyeni Lenny Bruce, hem Midge’e bu komedi dünyasının zorluklarını gösteriyor hem de bu işin kendisi için nasıl da vazgeçilmez olduğunu ifade ediyor. Yukarıda alıntı yaptığım bu sohbet, Midge’in yeni kariyeri için neleri göze alıp almayacağı hakkında fikir sahibi olmasını sağlıyor
Amy tarafından; egosu yüzünden kendi kafasına büyük bir darbe indirdi şeklinde tanımlanan Joel karakteri ise her şeye rağmen, dizide kötü adam ya da düşman olarak işlenmiyor. Aksine müthiş bir hata yapan ve epik bir biçimde bunun bedelini ödeyecek olduğundan söz eder ki; karakterin bu şekilde aslında diziye daha fazla hizmet ettiğini söyler. Bu da Midge ile devam eden ilişkilerine biraz trajedi biraz da acı tatlı bir özellik katar. Öyle ki ikinci sezonda her yıl aynı ailelerin yaz tatillerini geçirdikleri klasikleşmiş bir yer olan Catskills’deki eğlence gecesinde Joel’un Midge’e “Hadi herkesin kafasını karıştıralım mı” deyip dansa kaldırdığı bölümde onu sevebilirsiniz bile. Aynı durumu Gilmore Girls’deki biraz sorumsuz ve uçarı ama yine de sevilen ve tamamen dışlanmayan baba figürü olan Christopher karakteri için söylemek mümkün.
Gilmore Girls; sekiz yıl boyunca herhangi bir Emmy ödülü almamakla beraber, Amy’e esas tanınırlığını getiren ve dünya çapında kendi fan ailesini oluşturan bir dizi olarak; konu ve karakterleri bakımından pek çok açıdan The Marvelious Mrs Maisel’in geleceğinin habercisi sayılabilir.
Bunun nedenini anlamak için öncelikle Gilmore Girls’ün 1.sezonunda “Donna Reed Show” adlı bölüme gitmek yeterli. Donna Reed, Gilmore Girls’ün mizah kraliçesi Lorelai’nin tanımıyla; “1950’li yılların yüzünde muhteşem gülümsemesi, ayağında yüksek topukluları eksik olmayan ve saçları çekiçle vurana kadar bozulmayacak gibi duran mükemmel annesi…” Gilmore Girls’de anne-kızın eğlenerek izlediği bir TV gösterisi olmakla beraber Amy’nin bir zamanlar kendi babasının da (Don Sherman) komedyen olduğu bu döneme ait izlenimlerini yansıtması için mükemmel fırsat. Her ne kadar başlangıçta Donna Reed, Gilmore kızlarının hicivlerine maruz kalsa da Rory’nin sevgilisine süpriz yapmak için onun gibi giyindiği son sahnedeki diyaloglar ile Donna Reed’in aslında tarihte “ilk kendi TV programını yapan kadın” olma ünvanına sahip olduğunu ve hatta kurabiye süt ikilisini de icat eden kadın olduğunu öğreniriz. Bu kısım şüpheli görünse de izleyiciye önce belli bir düşünce zemininden yaklaşıp sonra onun tamamen aksi bir yöne de gidilebileceğini göstermesi bakımından hoştur.
Gilmore Girls’ün hemen her bölümünde sanat, tarih, sinema ve özellikle müzisyenler açısından bolca referanslardan oluşan uzun satır aralarında kendi birikim ve bakış açısını okuyabileceğiniz Amy, belli bir konuyu işlerken küçüğü büyültmenin, tersi düz etmenin, önyargıların ötesine gidebilmenin altını belli belirsiz çizmektedir. Kadınların eklektik karakterlerini ve dönüşümlerini ele almak bu türden mesajlar verebilmek adında en belirleyici tema olmuş gibi görünüyor.
Lorelai ve Midge karakterlerinin ilk bakışta göze çarpan ortak yönleri her ikisinin de hızlı konuşması, hazır cevap olması ve espri yapmadan duramamaları. Her ne kadar burada komedyen Midge olsa da benim için esas nüktedanlık kraliçesi hep Lorelai olarak kalacaktır.
Her ne kadar 50’lerin Amerika’sında bir grup insan, devlete ve toplumun kontrolcü kesimine karşı “beni rahat bırak” demeye başlamış olsa da kadın söz konusu olduğunda bu tavır hep daha dramatik ve daha yüksek sesli bir olaylar silsilesine dönüşür ki bu durum günümüz için de hala geçerli. Her iki dizide de kadının bireyselleşme süreci, ailesini ve yakın çevresini de içine dahil olmaya zorlayan daha büyük bir değişime yol açıyor. “Bu komedi işinin yürümesi gerek, çünkü ortaya çıktığında yalnızca beni değil tüm ailemi etkileyecek” diyor Midge yeni menejeri Susie’ye. Aynı şekilde Lorelai da hamile kalıp evden ayrıldığında tüm cemiyete rezil olan ailesinin geri kalan yaşamını kökten değiştirmişti.
Part I Sonu.