Adult Life Skills (2016): Yetişkin Bir Birey Olmanın Gereklilikleri

0
244
Adult Life Skills (2016): Yetişkin Bir Birey Olmanın Gereklilikleri
Adult Life Skills (2016): Yetişkin Bir Birey Olmanın Gereklilikleri

Okul bitene ya da “hayata atılmak” dedikleri, ‘her neyse’ o şeyi yaşayana kadar, hayata dair fark edemediğimiz önemli bir nokta.

Yetişkin Bir Birey Olmak…

Topluma yaralı bir birey olmak, iş bulup evlenmek, çocuk yapıp yaşlandıktan sonra dünyadaki diğer herkes gibi ölmek…

Açıkçası bunlar, benim de dahil olduğum büyük bir 30’una yaklaşan kesimin sahip olmadığı isteklerdir sanırım. Sorun büyümemek değildir, sorun büyürken neleri kaybettiğindir.

Yetişkin Bir Birey Olmak...
Yetişkin Bir Birey Olmak…

Anna içinde öyle…

Amacı, davranışlarını ve yaşam biçimini, seçimlerini haklı çıkarmak değil. O sadece, kendini nasıl ifade edeceğini bilemeden içinde yaşadığı yalnızlıktan kaçmak istemektedir. Birkaç yıl önce kaybettiği ikiz kardeşinin acısıyla yolunu şaşırmış bir ruh Anna. Annesinin evinin bahçesindeki kulübede yaşamakta ve günlerini insanlardan kaçarak, çocukluğunda kardeşi ile yaptığı basit parmak filmlerini çekmektedir. Bu sıralarda, yakın arkadaşlarından biri olan Alice, yaşadıkları kasabaya ziyarete gelir ve tabi Anna‘nın kendini ve seçimlerini baştan sona kadar sorgulamasını sağlayan temel sebeplerden biri olur.

Ama Anna, tamamen boş gezenin boş kalfası değildir tabi. Çalıştığı bir çocuk etkinlik ve eğitim merkezi vardır. Her ne kadar çocuklara karşı gıcıklık hissetse bile, aslında o da onlar gibi olduğunu bilmektedir. Kendine benzeyen tuhaf çocuklar gibi…

Kardeşini kaybedene kadar içinde yaşadığı küçük balonu fark edemezken, ölümle birlikte gelen bir yük daha biner ruhuna. Kabul etmemek için çok uğraştığı bir yüktür bu. Tabi bu arada annesi, onun hayatına çeki-düzen vermek için çok uğraşmaktadır. Gidip adam gibi bir iş bulmasını söyler ya da ona sürekli birilerini yamamaya çalışır ya da onu evden kovalamakla tehdit eder. Annesinin aksine büyükannesi, ona destek olmaya çalışır. (yalnız, bu büyükanne hepimizin sahip olmayı isteyeceğimiz türden bir büyükannedir hani)

Birkaç yıl önce kaybettiği ikiz kardeşinin acısıyla yolunu şaşırmış bir ruh Anna.
Birkaç yıl önce kaybettiği ikiz kardeşinin acısıyla yolunu şaşırmış bir ruh Anna.

Kızının yaşadığı kayboluşa dayanamıyordur aslında bu annemiz. Ona yardımcı olmak için elinden geleni yapıyordur. (buna, kendi isteğiyle yaşamaya karara verdiği kulübeden çıkıp eve geri dönmesini istemesi de dahil) Bu konuda bayağı bir başarısız olduktan sonra kendisine savaş açar.

Anna‘nın yaşadığı kayboluş, her ne kadar kardeşinin acısına bağlı olsa da, alışkanlıktan ve düzenini bozmayı istememekten öte bir şey değildir. Herkesin yaşamında ilerlemesi kendisine, içinden atamadığı ve atmak istemediği o kayboluş duygusunu sürekli hatırlatmaktadır. Bu yüzden kendisini, sürekli olarak parmak filmleri çekerek ve kardeşine dair sahip olduğu en ufak bir çöpü bile saklayarak atlatmaya çalışmaktadır. Bir süre sonra beklemediği bir şey olur ve hikayenin gerçek kahramanı olan küçük Clint‘e bakmanın sorumluluğu ile kendini baş başa bulur. Aslında Clint ona, o kadar kendini ve özellikle de kardeşini hatırlatmaktadır ki, ondan kurtulmak için elinden geleni yapar.(buna, ona küfür etmek ve kovalamakta dahil)

Şahsen filmi izlerken, Anna‘da kendimi öylesine net ve acımasız bir şekilde gördüm ki, öz eleştirimi yeteri kadar yapamadığımı fark ettim. İnsanlardan kaçmak bazılarımıza göre kolay bir çözüm olabiliyor. Ne konuşmak ne de yakınlarında var olmak bile gelmiyor içimizden. Bazı durumlarda bunun sebebi, tıbbi bir hastalık ya da depresyon gibi ciddi ruhsal rahatsızlıklar olabiliyor… (bazen de, sosyal ilişkilere dair anksiyete yaşıyor olmak)

Sanırım bu biraz sinir katsayı değerlerimizle ve içinde yaşadığımız toplumlarla da ilgili.

Ya da belki de kendi kendimize uydurduğumuz bahanelerle…

Anna'nın yaşadığı kayboluş, her ne kadar kardeşinin acısına bağlı olsa da, alışkanlıktan ve düzenini bozmayı istememekten öte bir şey değildir.
Anna’nın yaşadığı kayboluş, her ne kadar kardeşinin acısına bağlı olsa da, alışkanlıktan ve düzenini bozmayı istememekten öte bir şey değildir.

Sebep ne olursa olsun, filmin yönetmeni ve senaristi Rachel Tunnard bizlere, bunu öylesine açık ve birazcık sevimli şekilde gösteriyor ki, geçirdiğimiz 1.5 saatte sahip olduğumuz birçok karmaşık duyguya az-buz olsa da cevap bulabilmemizi sağlıyor. İşi çoğunlukla, kısa filmlerde editörlük yapmak olsa bile, bence kendisini bu filmle iyi bir sinemacı olarak kanıtlayan bir sanatçı.

2016 yılında Tribeca Film Festivali dahil olmak üzere, Avrupa‘da birçok bağımsız film festivalinde gösterilen ve BIFA‘da (İngiliz Bağımsız Film Ödülleri), En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Çıkış Yapan Senarist ödüllerini kazanan filmin başrollerini, Lorraine Ashbourne, Brett Goldstein ve One Day(2011) filminden hatırlayabileceğimiz Jodie Whittaker paylaşıyor.

Hafta sonunuzu ya da belki hafta içi bir akşamınızı hoş geçirmenizi sağlayacak, bu yetişkin olmaya çalışırken küçük bir çocuk olmayı da unutmamanın keyifli hikayesini izlemeniz dileğiyle.

Bol hayal dolu bir hayal dünyası ile, iyi seyirler… 🙂

PAYLAŞ
Önceki İçerikHakkı Mı Görmek İstiyorsun?
Sonraki İçerikAşk’ım
Avatar
1987 İstanbul doğumlu olan genç sanatçı, ilk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladı. 2008 yılında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nü kazandı ve 2013 yılında Bölüm Birinciliği ve Proje İkinciliği ile mezun oldu. 2014 yılından beri aynı fakültede Tekstil üzerine yüksek lisans eğitimine devam etmektedir. 2013 yılından beri kendi çalışmalarını üretmekte ve 2014 yılından beri de Youtube’da Sinir Çeviri ekibiyle gönüllü olarak çalışmaktadır.