Hikâyelerimizin Müziği, Çocuk Gözüyle – 9
Geceydi; koyu kapkaranlık bir gece… Zifiriydi gözlerimiz, seslerimiz, ellerimiz bile… Korku yenilmez böyle zamanlarda, hayatta kalmaktır öncelik ama! Nefesini tutup beklersin ölümün avucunda… Kanaryam kafestedir, ne yapsam ötmez. Candır o da nasılsa… Bekler biz gibi sığındığı köşesinde kâbusun geçmesini… Gördüğümüz eğer kâbussa… Çabuk uyanalım ne olur diye yumar gözlerini o da sımsıkı umutsuzca…
Geceydi. Çocuklar için geçti. Ama geçmedi o üç-beş dakika… Bitmek bilmedi bir türlü, sallandı sallandı, dinmedi uğultusu. Sarıldık mı birbirimize? Korku muydu titreten bizi soğuk mu bilemedik? Çocuktuk, nerden bilecektik? Sabahına pasta yiyecektik… Doğum günü pastası, sürpriz yapacaktık abime, ne çok eğlenecektik… 14 yaşı bitiyordu, 15’inden gün alıyordu… Elinde bir fenerle çıkış yolu arıyordu karanlıkta, düşüp yere takılıyordu…
“Telefon edelim anneme” dedim. Hatırlıyorum, sesim nasıl çıktı, başka ne dedim bilemiyorum.
Yan odaya geçtik, telefona uzandık, kurtuluşumuz bir ahize uzağımızdaydı… Az önce konuşmuştum ya… İyi geceler, iyi uykular, tatlı rüyalar dilemiştim ucunda… Neden çalışmıyordu peki şimdi? Duvarda neden sessiz duruyordu, eriştirmiyordu bize annemizi?
Elektrikler kesik çalışmaz ki dedi teyzem…
Dışarı çıkalım dedi abim…
Sarhoşlar var çıkmayalım dedi teyzem…
Bir şey demedim ben.
Ne deseydim. Annem ‘iş’te babam şehirde, biz yalnızız evde işte… Dışarısı soğuk, evimiz soğuk, ellerimiz buz kesmiş, üşümüş yüreklerimiz… Karanlık… Soğuk… Kırık bir umut… Neden sonra buldu abim gaz lambasını, yakmak için kibrit ararken bir ses geldi ünleyen! Kapıyı açtık bir de baktık ki annem…
Telaşla sarıldık birbirimize, vuslat hiç bu kadar güzel olmamıştı. Ama çıkmak gerekti evden, bir battaniyeye sarıp beni, kucakladı annem.
Soğuktu, olabildiğince soğuk… Dişlerim birbirine vuruyordu. Karanlıkta yürüyorduk, nereye hiç bilmiyorduk. Sesler geliyordu, duymaya çalışıyorduk… El fenerleri bir yanıp bir sönüyordu. Işık vurunca görebiliyorduk yolu. “Hamam yıkılmış” dedi biri. “Meydana gidelim orası açıklık” dedi başka biri… Nereye bastığımızı bilmiyorduk, arada bir takılıp düşüyorduk… Sıkıca sarılmıştım boynuna… “Dua et kızım” dedi annem kulağıma, “dua et”. Dua etmeye başladım. Ezberlediğim iki sure vardı… Beşindeydim daha… Başladım onları okumaya… Kevser ile İhlas…
Kalabalıktı, bağıranlar, feryat edenler… Çığlık attı biri…” Eyvah yangın çıktı”…
”İtfaiye “ dedi başka biri… Çıkaralım dediler… Ama çoktan yıkılmıştı itfaiye, bir tek aracı vardı Gediz’in oda enkaz altındaydı…
Meydandaydık artık, kurtulanlar toplanmıştı. Sarsıntı sırasında devrilen sobalardan çıkmıştı yangın. Kerpiç ve yığma evlerden kim kurtulabildiyse oradaydı, ya geride kalanlar? Ya yangın?
“Bari yağmur yağsa” dedi biri. Yangını söndürmenin başkaca yolu yoktu anlaşılan.
Allah’ım ne olur yağmur yağdır, dedim içimden, dua ettim. Ne olur Allah’ım yağmur yağsın. Başka bütün cümleler bitmişti… Hep aynı şeyi tekrarladım… Allah’ım ne olur yağmur yağsın… Allah’ım ne olur… Allah’ım yağmur!
Yangın artan rüzgârın etkisiyle hızla ilerliyor, postaneye doğru geliyordu… “Kuranportörü kurtaralım” dedi annem… Birkaç kişi atıldı hemen, postaneye koştular… Dış dünya ile tek iletişimimizi kurtarmak için atıldılar. Kadınlar ve çocuklar bekliyordu. Yangının sıcaklığı yüzlerimize vuruyordu, elimiz kolumuz bağlı izliyorduk uzaktan… Alevlerin aydınlığında görebiliyorduk birbirimizi, olanı biteni ancak anlayabilmişti ahali… Herkes tanıdıklarını soruyordu, komşusunu, akrabasını… Eş dost kim varsa haber almaya çalışıyordu… Enkaz altında kimlerin kaldığı, bulunmaya çalışılıyordu…
Arkadaşlarımı düşündüm bende, aklıma gelenleri, kurtuldular mı acaba diye? Ama soramadım sesim çıkmıyordu. Kurduğum tek cümle vardı, “Allah’ım ne olur yağmur yağsın”. Yoksa bütün Gediz yanacaktı… “Allah’ım ne olur yağmur”…
Kuranportör kurtarıldı, meydana taşındı. Yangın postaneye ulaştı. Ve yağmur yağmaya başladı… İnsanlar sevinç çığlıkları attılar… Saçak altına sığındı kalanlar… Postaneye ulaşan yangın kesti hızını, adeta durdu ve kaldığı yerde devam etti, için için…
Sabaha kadar beklemek gerekiyordu yardım için. Beklenecek bir yer yoktu. “Ortaokulun bahçesine gidelim” dediler… İlçenin dışındaydı epey… Bir grup kadın ve çocuk başladık yürümeye…
Geceleri uykuya varmadan önce mutlaka dinlediğim iki plak vardı… Her gece birini dinlediğim… Bu gece yatmadan evvel de bunu dinlemiştim…
Adalardan çıktım yayan
Digel bu dertlere dayan
Bebeğim uykudan uyan
Nenni nenni nenni nenni nen ni
Nenni nenni nenni bebek ey
Bebeğin beşiği çamdan
Yuvarlandı düştü damdan
Bey babası gelir Şam’dan
Nenni nenni nenni nenni nen ni
Nenni nenni nenni bebek ey
Bebeğin beşiği bakır
Yerinden kalkmıyor ağır
Ben sallarım tıkır tıkır
Nenni nenni nenni nenni nen ni
Nenni nenni nenni bebek ey
Uykuma kaldığım yerden devam edebilir miyim artık? Beş yaşındayım? Uykum var? Çok uykum var…Uykum… çok …
Muzaffer Akgün’ün o yanık sesi kulağımdaydı… Uşşak makamındaki türküsü, Mart ayının zemheri soğuğunda sıcak bir çorba gibi ısıtıyordu ruhumu…
Adalardan çıktım yayan
Digel bu dertlere dayan
Bebeğim uykudan uyan
Nenni nenni nenni nenni nen ni
Nenni nenni nenni bebek ey…
Kaç beşik boş kaldı bu gece? Kaç anne söyleyecek artık bu türküyü bundan böyle?