Yürüyüşüm çamurlu, görüşüm ıslak, korkum acemi, yapayalnız… Okumaksa hastalık, iyi ki varsınlara ödüller, ikinci tekrarda anlaşılan vasıfsız sözcükler, işime yaramasa da çocukluğumun özlemi… Şu andaki boşluğuma firar edişim. Erik ağaçlarına tırmanan karıncaları izliyorum… Nasıl da birbirlerine benziyorlar. Kavga etmeye zorlayan ben oluyorum, bozuyorum aralarındaki anlaşmaları. Zor. Uğraşlarım bozmuyor düzenlerini.
Ağaç tepesindeki sohbetlerimizi hatırlıyorum.Ağaç yalnızlığı mıydı bizi çeken, yoksa bizim sığamamamız mı hiçbir yere. Yıllar sonra anladığımız üzere ne ağacın yalnızlığı ne de bizim yer arayışımız… İleride anlatacaklarımıza hazırlıkmış o yüksekliğe tırmanışımız ve kimsenin duymaması konuştuklarımızın terbiyesini, bilmemesi bizden başka ağaca boşalttığımız, elimizde olan tek ve de bulunduğumuz zamanda ulaşamayacağımız zevkimizi…
Olur olmaz hayallemek, düşlemek komşu kızını… Bir anda olsa ağacın üstünde olduğumuzu unutmak… Ağaç bu unutturur mu kendini hiç, tutup atıverir aşağıya, attı da. Dal düşlerimize hafif gelmiş olmalı… Gülüşmeler… Ardından dut tatlısı, çocukluğumuza hazırlanan… Yürüyüşümüz çamurlu… Haybeden de değildi gülüşmeler, doğaldı. Yalan söyleyen ben, inanan sen… Karnım acıktı ve ekşi erik tepemde duruyor… “Ya düşersem yine, olsun ağlarım en fazla eve gitmektense…” Anlatsana diyen, ne düşünüyorsun, ne hissediyorsun, neden, niçin, ne… Hiç bir soru yok… “Çamura bak.” “Annem bakıyor sana ne?” Kaçmaya başlıyoruz eriklerin parasını vermeden, kaçıyoruz düşe kalka… Çamurun pantolona deseni hoşumuza gidiyor… Yediğim tokadın sesini duysam da acımtırak.. İçten gülüşüm cabası. Ardından anasına, avradın (Çüklerimizin işe yaramazlığıyla) olan p**no düşlerimiz… Gülüşlerimiz… Haybeden değildi gülüşlerimiz, doğaldı…
Hey gidi gidi..