György Lukacs, tarihsel romanı kısaca günümüzden geçmişe göz atmak, geçmişi yeniden yorumlamak olarak tanımlar.[1] Bu kısa tanımdan yola çıkarak Attilâ İlhan’ın 1974 yılında “Aynanın İçindekiler” roman serisinin ikinci romanı olarak basılan “Sırtlan Payı” adlı romanını analiz edeceğiz. Aynı yıl “Yunus Nadi Roman Armağanı”na layık görülen bu roman, seri romanın bir parçası olmasına rağmen devam niteliği olmayan bir romandır. Romanı anlamak için serinin ilk romanını veya diğer romanları okumaya gerek yoktur.
Sırtlan Payı romanının başkahramanı Miralay Ferid’dir. Miralay Ferid, Harbiye’de eğitim almış, 1. Dünya Savaşı’na, ardında da Kuva-yi Milliye’ye katılarak bağımsızlık savaşı vermiş bir subaydır. Roman, 27 Mayıs 1960’da gerçekleşen askeri darbenin hemen ardından başlar. Miralay Ferid 70 yaşındadır ve 27 Mayıs İhtilali’nin ateşli bir savunucusudur. 27 Mayıs İhtilali’nin üzerinden henüz 2 ay geçmemişken Miralay Ferid kalp krizi geçirir. Bu krizden sonra hasta yatağında ihtilalden önce ve sonra yaşadığı dönemin siyasal olaylarını sorgulayan Miralay Ferid, bir yandan da geçmişine dönerek 1908’in 2. Meşrutiyet’ini; 1. Dünya Savaşı’nda Çanakkale, Filistin ve Suriye cephelerinde yaşadıklarını; Osmanlı’nın yenilgiyi kabul edişinin ardından bir sivil olarak girdiği gizli teşkilat ile Anadolu’da bulunan Mustafa Kemal ve arkadaşlarına yardım çabasını ve düzenli ordu kurulunca bağımsızlık savaşına katılmasını hatırlar ve geçmişinin siyasi olaylarıyla hali hazırdaki siyasi olayları karşılaştırarak anlamlandırmaya çalışır. Tabi, bu çaba geçmişin şahsi meselelerini de anımsaması anlamına gelir.
Türkiye siyasal tarihinin en önemli evrelerinden ikisi olan “Milli Mücadele” ve “27 Mayıs” dönemleri Miralay Ferid’in ve yakın çevresinin gözüyle en çıplak ve farklı bakış açılarıyla okuyucuya sunulmaktadır. Sırtlan Payı romanından yola çıkarak bu iki evreye biraz daha ayrıntılı bakınca hem Attilâ İlhan’ın roman anlayışını hem de Türkiye siyasi tarihini biraz daha anlamış ve detaylandırmış olacağız.
Romanı incelerken yazarın tarihsel belgeleri ne ölçüde ve hangi yöntemle kullandığını örneklerle vermeye çalışacağız. Sonuçta da Lukacs’ın tarihsel roman tanımına Attilâ İlhan’ın Sırtlan Payı romanının girip girmediğini saptamış olacağız.
Aynanın İçindekiler
Attilâ İlhan, 6 romandan oluşan roman dizisine[2] “Aynanın İçindekiler” adını verir. Nehir roman anlayışına göre yazılan bu romanlarda giriş kısımlarında neden aynanın içindiler olarak adlandırdığını ortaya koyar:
“Bu kitapta anlatılanların gerçek kişilerle ve olaylarla hiçbir ilgisi yoktur. Onları ben, büyük bir aynanın içinde gördüm. Üstelik ayna dumanlıydı ve olmayan bir şehirde geziniyordu.”
İlhan’ın her romanında yer alan bu açıklama önemlidir. Çünkü bu açıklamaya göre romanlarda bireylere, topluma ve olaylara birer ayna tutularak kurgu çerçevesinde Türkiye tarihinin önemli noktaları aydınlatılmaya çalışılır. Attilâ İlhan, düşüncelerini diyalektik bir tarzla, tarihsel materyalist yöntemi kullanarak sentezler. Bu sayede toplumsal bir bakış açısını yakalamış olur. İlhan, bu şekilde Türkiye’nin yakın tarihine ayna tutmuş olur.
Sırtlan Payı
Roman 5 Temmuz 1960 tarihli bir gazete haberiyle başlar. Haberde “İki günde İzmir’de 63 DP’li tutuklandı” başlığını taşır.[3] İlhan, daha en başta romanın dönemin siyasal olayları ile yakından ilgili olduğunu okuyucuya hissettirir. Ayrıca romanda gazete ve ajans haberleri en önemli tarihi belge niteliğindedir. Bir gazete haberiyle başlayan roman yine bir gazete haberiyle biter ve romanın her bölümünde gazete haberleri geçiş görevini görürler. Romanın her bölümün başında mutlaka gazete haberleri olur ve bazı bölümlerin hem içinde hem de sonunda yine bu haberlere rastlanır.
Romanın ilk bölümünde emekli Miralay Ferid’in 27 Mayıs İhtilali’nden nasıl heyecanlandığı ve ihtilalin toplumda da aynı heyecanı uyandırması için canla başla mücadelesini anlatır. Onun gibi düşünmeyen arkadaşlarıyla tartışmalarında aşırı heyecan ve sinir taşımaktadır. Yine böyle koşturmayla geçen bir günden sonra evine gelir. Gece yatağındayken uyku tutmaz ve geçmişini hatırlamaya başlar. İhtilali 1919’da başlayan devrimle karşılaştırır, 1. Dünya Savaşı’nda ölümden kıl payı kurtulduğu anları ve kollarında ölen arkadaşlarını hatırlar ve içinde bir sıkışmışlık hisseder. Akşamleyin arkadaş ortamında 27 Mayıs İhtilali’ni eleştiren mühendis Ahmet Ziya ile olan münakaşasını hatırlar ve sinirlenir. İçinde burukluk daha da artar. Kötü bir şey olacağını hisseden Miralar Ferid, karısı Ruhsâr Hanım’ı uyandırır ve ardından fenalık geçirerek yere yığılır.
Ruhsâr Hanım, apar topar durumu Miralar Ferid’in en yakın arkadaşı Eczacı İhsan Bey’e bildirir. Eczacı İhsan Bey de dönemin en ünlü kardiyoloğu olan Doktor Sevim’i arkadaşlık ilişkisi de olmasından mütevellit alır getirir. Doktor Sevim’in incelemesinde Miralay Ferid’in kalp krizi geçirdiğini anlar ve gözetim altında tutulması gerektiğini söyler. Düzenli olarak eve hastayı ziyarete geleceğini belirterek evden ayrılır. Ardından Ruhsâr Hanım, Eczacı İhsan Bey’e kocasının böyle bir hastalık geçirmesinin sebebini askeri ihtilale bağladığını söyler:
“İnkılap sabahından beri dur dur bilmedi, içi içine sığmıyor. Siyasete haddinden fazla düşkündür, ne de olsa eski bir asker kızıyım, ordunun her kararı baş mes’ulü kendisiymiş gibi onu telaşa garkediyor. Cemal Paşa’nın İstanbul’a gelişini mesele etti, öğlenin civcivli sıcağında, saatlerce beklemiş…”[4]
Burada yazar, Doktor Sevim üzerinde durur. Doktor Sevim, geçkin yaşına rağmen yaptırdığı estetiklerle oldukça genç ve dinç bir kadındır. Ayrıca evli olmasına rağmen kocasıyla ayrı yaşamakta ve genç bir sevgilisi bulunmaktadır. Son model Jaguar bir arabası ve yanından hiç ayırmadığı bir köpeği vardır. Doktor Sevim’in tüm özellikleri onu feminist bir kadın olarak gösterir. Doktor Sevim’in kendine olan güveni, kendi ayakları üzerinde duruşu, cinsel özgürlüğü ve meslekte büyük bir başarı elde etmiş olması onun feminist karakterini güçlendirir.
İlhan, romanın ikinci bölümünün sonunda 14 Temmuz 1960 tarihli “Amerika, Muş – Tatvan Demiryolu İçin 6 Milyon Dolar Veriyor” adlı gazete haberini vererek ihtilal hükümetin ABD ile olan bağlantısını okuyucuya hissettirmeye başlar.[5]
Romanın üçüncü bölümünde daha çok Ruhsâr Hanım düşünceleri üzerinde durulur. Yaşı, Miralay Ferid’den küçük olduğu için kocasının ondan önce ölme ihtimali onu hep korkutur ve bu korkudan ötürü kendisi daha önce ölmeyi arzular. Çünkü Ruhsâr Hanım’ın bu dünyada kocasından başka kimsesi yoktur. Miralay Ferid’in ise 10 yıldır konuşmadığı kardeşi Hayrunisa ve ara sıra ziyaretine gelen yeğeni Suat’tan başka akrabası yoktur.
Bu bölümün sonunda 15 Temmuz 1960 tarihli “Türkiye’nin İktisadi İstikrarı İçin Bütün Dünya Yardım Teklif Ediyor” başlıklı gazete haberini verir.[6] Bu şekilde ihtilal hükümetinin dünya ile entegre oluşunu gazete haberlerinden okuyucuya duyurur.
1919 – İzmir İşgal Edildi
Roman, üç bölümden sonra bir anda 1919 senesine döner. O dönem binbaşı olan Ferid, arkadaşları Doktor Hayrullah ve Yenibahçeli Rıza Muhiddin ile meşhur Sultanahmet Mitingi’ne katılır. Mitingin ateşli konuşmalarını dinledikten sonra üçü birlikte bir meyhaneye giderler ve İzmir’in işgali üzerine konuşurlar. Temel amaçları İstanbul’da gizlice örgütlenen hafiye örgütünün bilgileri doğrultusunda Rıza Muhiddin’i de aralarına katmaktır. Doktor Hayrullah gizli örgütün önemli bir ismidir. Binbaşı Ferid, ordu dağıtılınca bir sivil olarak İstanbul’a gelir ve Doktor Hayrullah sayesinde Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal ve arkadaşlarına istihbarat toplamak adına kurulan gizli örgüte katılır. Rıza Muhiddin’den pek hoşlanmasalar da onu aralarına katarlar; çünkü çalıştığı devlet kurumu itibariyle İngilizlere çok yakın bir konumdadır ve birçok özel bilgiyi herkesten önce örgüte bildirebilir.
Binbaşı Ferid, savaştan döndükten sonra sivil hayata pek alışamamıştır. Özellikle Rıza Muhiddin gibi pislik bir tiple arkadaşmışçasına oturması onun canını fena halde sıkmaktadır. İzmir’in işgalini duyunca eline silahı alıp İzmir’e gidip savaşmak istemektedir, ancak ortada bir cephe ve bir savaş olmadığı için Doktor Hayrullah’ın telkinleriyle kendini zapt edip Mustafa kemal ve arkadaşlarının Anadolu’da bir milli mücadele başlatacağına olan inancı güçlü tutmaya çalışır. Hem Mustafa kemal Paşa değil miydi ona Samsun’a hareket etmeden önce “ Ya kazanacağız, ya kaybetmeyeceğiz.” diyen. Mustafa Kemal’e olan güveni tamdı; çünkü Çanakkale Savaşı’nda Mustafa Kemal’in kurmay subaylığını üstlenmişti. Binbaşı Ferid, meyhanede oturup arkadaşlarıyla içerken bunları düşünmekte ve bulunduğu durumu hazmetmeye çalışmaktadır.
Rıza Muhiddin’i ikna etme çabaları onları bir umumi eve kadar getirir. Burada Rıza Muhiddin’in tutulduğu Bilezikli Kalyopi vardır. Ancak Kalyopi, Rıza Muhiddin’den nefret etmektedir. Bu gece Rıza Muhiddin’i bir kenara itip Binbaşı Ferid ile birlikte olur. Binbaşı Ferid, Bilezikli Kalyopi’den çok etkilenir. Sonuç olarak Rıza Muhiddin’i aralarına katmaya ikna ederler.
Binbaşı Ferid, yalnız kaldığı her anda içinde fırtınalar kopar. Hep çocukluğunu, gençliğini hatırlar ve içinde bulunduğu vaziyetle karşılaştırır. Tabi, bu karşılaştırmadan İstanbul, İstanbul’un yaşantısı ve mekanları da payını alır. Örneğin kıraathane kültürü bunlardan bir tanesidir.[7] Kıraathanenin tüm tarihi ve son hali romanda ayrıntılarıyla tasvir edilir. Sonuç olarak kıraathanenin eski canlılığından eser kalmadığını söyler ve bu durumu İstanbul’a benzetir: “… görkemli Ramazan gecesi şenliğine benzeyen eski İstanbul’un, aynı kıraathanenin bugünkü şu sünepe, şu süklüm püklüm haline düşmesiydi.”[8] Bu durumu böyle çıplaklığıyla saptamak Binbaşı Ferid’i derinden üzer.
Binbaşı Ferid, Suriye Cephesi’nde kollarında ölen Mülâzım İhsan Bey’in babası Manastırlı Salih Paşa’yı ziyarete gider. Emekli paşa, ittihatçıları ve Enver Paşa’yı eleştirmeye başlar. Çünkü tüm olanlardan onları sorunlu tutar. Osmanlı’nın bu duruma düşmesini İttihatçıların Almanlarla yaptığı işbirliğine bağlar. Konuşmanın sonunda Binbaşı Ferid: “İttihatçılar mı bizi oyuna getirdi, yoksa Almanlar mı İttihatçıları?”[9] sorusunu kendine sormaktan alıkoyamaz. Binbaşı Ferid’in Salih Paşa’nın konağına devamlı gidip gelmesinin başka bir sebebi de vardı: Ruhsâr Hanım. Ruhsâr, askerde ölen Milâzım İhsan Bey’in dul karısıdır.
Binbaşı Ferid, savaşın getirdiği aşırı pahalılıktan da dem vurur. Çarşı – pazar fiyatları, vapur ulaşım fiyatları ile ev kirası fiyatları gibi halkın ekonomisini ilgilendiren durumları gözden geçirir. Eski fiyatlarla yeni fiyatları karşılaştırır. İlhan, burada söylenenleri ispat etmek için gazete haberine başvurur.[10]
Binbaşı Ferid, beklenmedik şekilde Kalyopi’nin isteği üzerine beraber bir mekana yemeğe giderler. Mekanda pek çok yüksek zümre Türk kızının işgalci subaylarla samimi bir şekilde bulunduğunu görür. Üstelik hepsi de hallerinden pek memnundurlar. Bu durum Binbaşı Ferid’e fena halde dokunur ve Beyrut’tan beri onu kovalayan bir soruyu yeniden hatırlar: “Bunlar için mi dövüştük.”[11] Bu durum, romanda iki İstanbul’un varlığını gözler önüne serer: Biri vatanın işgalinden feci halde üzüntü duymakta, diğeri ise hiçbir şey olamamış gibi işgalcilerle ev sahibi – misafir ilişkisi kurmaktadır.
Tüm bunlar yaşanırken Binbaşı Ferid, gece olup uykusuna dalınca daha da eskilere gider ve 1908 meşrutiyet zamanındaki Harbiye öğrenciliğini hatırlar. Gençliğin ateşiyle istibdat şartlarında nasıl Abdülhamid’e karşı mücadele ettiklerini, arkadaşlarının tutuklanışını ve en nihayetinde meşrutiyetin ilanını anımsar. Tüm bu hareketli gençliğinden sonra işgal altındaki İstanbul’da gerçek niyetini gizleyerek işgalci subayların kaldığı bir otelde adeta bir işbirlikçi gibi yaşamayı asla kabullenemez. Bir an boşluğa düşmüş olsa eline silahı alıp önüne ilk gelen işgalci subayın alnına sıkar ama Anadolu’daki havadisleri beklemek, Mustafa Kemal ve arkadaşlarına istihbarat yollamanın zaruriyeti onu engellemektedir. Bu ikilem içinde yaşamak Binbaşı Ferid için uykularda karabasanlar görmek anlamına gelmektedir.
Binbaşı Ferid, vapura binip kardeşinin yanına giderken Boğaz’da, payitahtın göbeğinde demirlemiş gemileri görünce cinleri tepesinde toplanır. Çünkü Çanakkale’de onca can ve kan pahasına geçirmedikleri bu gemilerin İstanbul’u zapt edişini hazmetmek Binbaşı Ferid için çok zor olur. Vapurda giderken Alemdar Gazetesi’nden bir haber gözüne ilişir: “Milli Kongre Reisi Esat Paşa tevkif edildi.”[12]
Binbaşı Ferid, kardeşi Hayrunisa’nın evine gitmesindeki asıl amaç, eniştesi Haluk Bey’i görmekti. Haluk Bey, İstanbul’un önemli kişilerinden birisidir. Polis müdürlüğünde çok üst düzey bir görevde bulunmaktadır. Binbaşı Ferid, eve gittiğinde Haluk Bey ve kardeşinin konağına bir İngiliz ve bir de Fransız subayının misafir olarak geleceğini öğreniyor. Bu haber onu iyice sinirlendirir. Üstelik konaktakiler dört dönüp işgalci subayların misafirliğine hazırlık yapması tuz biber olur ve kendi kendine yeniden sorar: “Bunları korumak için mi onca kan döktük?”[13]
Akşam için konakta misafirlere sunulmak için Türk musikisi ve Karagöz oyunu hazırlatılmakta olduğunu gören Binbaşı Ferid’in içindeki karanlık iyice yoğunlaşmaya başlar. Kardeşinin artık eski Hayrunisa olmadığını anlar ve bu duruma çok üzülür. Akşam olmadan eniştesinden Mustafa kemal Paşa’nın Anadolu’dan geri çağrılıp çağrılmayacağına dair hükümetten duyduklarını sorar. Akşam zoraki misafirliğe kalır. İşgalci subaylarınyine önemli ailelerin kızları ile misafirliğe geldiğini görür. Onların arasında, biraz daha bilgi sızdırabilmek adına onlar gibi davranır. Hatta bir ara ona kurulmakta olan İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ne katılması teklif edilir.
İlhan, 7 Haziran 1335 tarihli bir gazete haberinde “İngiliz Generali Emrediyor: Mustafa Kemal’i Geri Çağırınız!”[14] başlıklı haberi vererek Binbaşı Ferid ve arkadaşlarının yana yakıla malumat edinmeye çalıştıkları bir olayla ilgili gazete haberiyle romanın kurgusunu destekler. Romanda 1919 senesinde geçen bütün bölümlerde verilen gazete haberlerinde tarih olarak Hicri takvimi kullanır. Bu, İlhan’ın dikkat ettiği bir durumdur. Nitekim o dönemde hala Hicri takvim kullanılmaktadır.
Romanda işgal altındaki İstanbul anlatılırken bir yandan kurtuluş için canını vermeye hazır Binbaşı Ferid ve onun gibiler tasvir edilirken bir yandan da İstanbul sosyal hayatına ait bilgiler verilir. Bunun bir örneği de Ramazan-ı Şerif sebebiyle düzenlenen eğlencelerdir. Halkın bir bölümünde İstanbul’daki düşman askerlerinden, İzmir’in işgalinden ve Anadolu’da kaynayan halktan bihaber yaşadığı yine bir gazete haberiyle okuyucuya verilir: “Ramazan-ı Şerif Münasebetiyle Büyük Müsamere: Şehzadebaşı Şark Tiyatrosu’nda 100 Kişilik Büyük Program Var.”[15]
1960 Temmuz’unun Sıcağı
Roman, 1919’u geride bırakarak yeniden 1960 Temmuz’una geri döner. Bu sıcak temmuz ayında hasta yatağında yatan Miralay Ferid ve ailesi terler dökmektedir. Miralay Ferid, Doktor Sevim’in verdiği kısıtlamalardan rahatsız. İstediği gibi yemek yiyememekte, gazete okuyamamaktadır. Ailesi ise Ferid’in durumun ciddiyetini koruduğu için her an kötü bir sonucu bekleyişin korkusundadır.
Miralay Ferid, hasta yatağında yatarken kalp krizi geçirmeden önce kardeşi Hayrunisa ile yaşadığı münakaşayı hatırlar. Hayrunisa, kendisini eşcinsel olarak tanımlayan, ortalık bir külhanbeyi gibi dolaşan ve isminin Hayrun diye anılması isteyen bir kişidir. Bu sebepten ötürü Miralay Ferid zamanında çok büyük kavgalar etmiştir kardeşiyle. Hele kardeşinin yeğeni Suat için eve alınan Rus mürebbiye ile aşk yaşadığını öğrenince zıvanadan çıkmıştı. İlk başlarda buna inanmamıştı ama daha sonra gizlice konağa gidip kendi gözüyle görünce kardeşini öldürmek istemişti ama evden silahını almaya geldiğinde Ruhsâr, silahı saklayarak onu kardeş katili olmaktan kurtarmıştı. Kardeşinin bu tercihini hiçbir zaman kabul edemedi. Eniştesinin ölümünün ardından ulu orta eşcinselliğini yaşayan Hayrun, Miralay Ferid için sadece bir utanç kaynağı olur.
Miralay Ferid, hastalanmadan önce kardeşini görmek için Akın Limidet Şirketi’ne gitmişti. Maksadı kardeşini büyük bir yanlıştan vazgeçirmekti. Öğrendiğine göre kardeşi kendi konağının yanında sahipleri ölmüş olan büyük bir konak satın almış ve bu konağı evde beraber yaşadığı Rus sevgilisinin üstüne yapacakmış. Bu durumu engellemek ve sefalet çeken yeğeni Suat’ın bu evde hakkı olduğunu bildirmek için şirkete Hayrun’u görmeye gider. Normal şartlarda Hayrun şirkette bulunmazdı. Yalnızca en büyük hissedardı. Ancak Milli Birlik Komitesi’nin emriyle şirketin yönetim kurulu başkanı yurtdışına kaçmış ve diğer yöneticileri tutuklanmıştı. Şirketin ayakta kalması ve sahipsiz olmadığını göstermek için Hayrun şirketin başına geçer. Ağabeyini gördüğünde ona 27 Mayıs İhtilali’ni kötüledi:
“Artık her gün buralara taşınıyoruz. Yaptıkları eşkıyalık değil de nedir? Şirketin bankalardaki tekmil muamelatına el koyuyor, gizli kasalarını mühürlüyorlar, Müdir-i Umumi’nin ne kadar mutemed adamı varsa, müdür vs. Balmumcu Kışlası’nda mevkuf, Seyit Sabri canını Napoli’ye dar atmış! Hissedar sıfatıyla ben ortaya çıkmasam, koskoca şirket sahipsiz, reva mıdır?”[16]
İşte, Hayrun‘un bu söyledikleri işveren ve sermayedarlar açısından 27 Mayıs İhtilali’ne bakış açısını ve durumu özetler.
Miralay Ferid, kardeşiyle konuşmasından olumlu bir netice alamaz ve büyük bir kavgadan sonra şirketten ayrılır. Hastalığın hemen önce bir olayın yaşanması kalp krizini tetikleyen nedenlerden birisi de olabilir.
Miralay Ferid, hasta yatağında yatarken gazete okuması yasak olmasına rağmen gizlice gazete başlıklarına bakıyor ve şunları okuyor: “Amerika 1 milyar lire hibe etti. / Serbest bırakılan paranın 500 milyon lirası Milli Savunma hizmetlerine ayrılacak. / Bu yıl Amerika’nın Türkiye’ye 100 milyon dolarlık yapması muhtemel!”[17] Miralay Ferid, bu haberleri görünce çocuk gibi bir sevince kapılıyor. Çünkü “Hanım Evladı”[18] diye nitelendirdiği Menderes iktidardan uzaklaşır uzaklaşmaz Amerika kesenin ağzını açmıştı.
İlhan, romanın bir bölümünde Doktor Sevim üzerinde durur ve onun ruh dünyasına ve yaşantısına girer. Doktor Sevim’in feminenliği ve yaşantısından daha önce bahsetmiştik. Onu bu hale getiren hayat hikayesine baktığımızda ise çok fakir bir hayat ve devamlı şiddet gördüğü bir üvey baba karşımıza çıkar. Arkadaşlarının kitaplarından liseyi bitiren Sevim, tıp fakültesine girdiğinde oynadığı basketbolla Türkiye adını duyurur. Üniversite takımından Galatasaray Basketbol Takımı’na kadar yükselir. Herkesin tanıdığı bir kişi olur. Daha sonra iki evlilik yapar. İkinci evliliği olan anayasa profesörüyle de ayrılma noktasına gelir. Çocukluğu ve gençliğinin acınası hali onu hayat karşısında acımasız ve ketum bir halet-i ruhiye içerisine sokar. Çocukluğunun ve gençliğinin kötülük kaynağı olan üvey babası ise romanın 1919 yılları bölümünde geçen Rıza Muhiddin’dir. Rıza Muhiddin’in daha sonra İngiliz muhbiri olduğu ortaya çıkar.
Roman, kişisel hikayelere girip tarihsellikten koptuğu anlarda hemen devreye gazete haberleri girer. Bu bölümün sonunda da “Hazineye Yardım Kampanyası Devam Ediyor” başlıklı 7 Temmuz 1960 tarihli A.A. haberi yer alır.[19] Bu haberde halkın ve özellikle iş adamlarının hazineye yardım elini uzatmaları anlatılıyor. İlhan’ın bu haberi romanına alarak iş adamları ile Milli Birlik Komitesi arasında buzların yavaş yavaş eridiğini okuyucuya vermeye çalıştığı anlaşılır.
Suat, kocasının babasının cenazesi sebebiyle İzmir’e gitmesini de fırsat bilerek dayısı Miralay Ferid’in konağına taşınır. Dayısı ile siyasi sohbetler yaparlar. Bir konuşmalarında Miralay Ferid, 27 Mayıs İhtilali’nin yeterince sert olmayışından yakınmaktadır. Yeğeni Suat’a idamı savunur. Aslında burada yazar, daha sonra idam edilecek Menderes ve diğer iki bakanın halk nezdinde meşruluğunu vermeye çalışır.
“İttihatçılar sokakta gazeteci vururdu, siz o devreye yetişmediniz, Kemal Paşa kaldırdı bu adeti, lakin İstiklal Mahkemelerinin salkım salkım adam sallandırması onun zamanındadır, bunlar da elebaşılardan bir kaçını derhal asacaklardı…”[20]
Suat ise, az buçuk bildiği Marksist terimlerle kendi kendine neden işçi sınıfının bu siyasi olaylara müdahil olmadığını soruyordu: “İşçi sınıfı nerede? Neden hareketin başına geçmiyor? Gerçek üretici güç o olduğuna göre, bütün her yanda…”[21]
Miralay Ferid, bir ara tüm yaşamını düşünerek:
“Mutlakiyet, meşrutiyet, cumhuriyet hepsini gördük, lakin bakıyorum, Kemal Paşa’nın sağlığındaki birkaç yıl istisna edilirse, şöyle rahat bir nefes alamamışız hiç. Düzeni hep bir taraftan kurarken, öbür taraftan bozuyoruz, neden?”[22]
Ferid, arkadaşı Eczacı İhsan Bey’den partilerin ocak bucak örgütlerinin kapatılacağı haberini alır. Eczacı İhsan Bey, CHP’nin Emirgan’daki örgüt sorumlusudur. Bu durumu örgütün direği sayılan Miralay Ferid’e bildirerek istişare yapmak istemiştir. Miralay Ferid ise çaresiz karara uyacağız demişse de bir yandan içi içini yer ve ilk kez ihtilali sorgular. Bu kararın tamamen kendi partisine karşı alınmış bir karar olduğunun farkındadır. Çünkü AP’nin ocak bucak örgütü yok denecek kadar azdır. Ayrıca Milli Birlik Komitesi’nin tüm açıklamalarında devrimin herhangi bir partiye karşı yapılmadığını ısrarla beyan etmesi de Miralay Ferid’i derin düşüncelere daldırmıştır. Halbuki ilk günlerde devrimin İnönü’yü iktidara taşıyacağını düşünmekteydi. Yeni seçimin yapılacağının açıklanması ise tam bir hüsrandı onun için. Çünkü AP’liler yeni parti kurup seçime girebilirdi.
Miralay Ferid’i ziyarete gelen Ahmet Ziya, çıkışta Suat ile bir sohbete dalar. Suat, Ahmet Ziya’yı üniversitedeyken ölen devrimci ressam Faris’in cenazesinde konuşma yaparken tanımıştı. Ahmet Ziya, Suat’ı teselli etmek için “Ne de olsa eski toprak, atlatır bu varatayı da! Miralay’ın nesli, tam bir aksiyon neslidir: 1908’den 1919’a dek dur otur bilmez.”[23]
Ahmet Ziya, romandaki 27 Mayıs askeri darbesi hakkında en tutarlı konuşan kişidir. Ayrıca tüm konuşmalarını teorik bir zemine de oturtmaktadır. Bu anlamıyla aslında Attilâ İlhan, Ahmet Ziya ile kendi 27 Mayıs’a dair kendi düşüncelerini vermektedir. Ahmet Ziya’ya göre 27 Mayıs bir devrim değildir. Belki bir zaruriyetten doğmuştur ama daha ilk sabah emperyalizme bağlılık yemini etmesi ve iş ve sermaye çevreleriyle anlaşma yoluna gitmesi sebebiyle ilk günkü tüm prensiplerini unutup faşizme kayacaktır. ABD’nin de darbecilere sonsuz destek sunması 27 Mayıs’ın devrim olamayacağını göstermektedir. Ahmet Ziya, o dönem ve günümüzde de hala tartışılagelen bir meseleye de değinir. Menderes, iktidardan düşürülmeseydi 2 ay sonra Sovyetler Birliği’ne gidecekti. Belki ABD’ye ve emperyalizme karşı blöf yapıyordu ama bu son derece tehlikeli bir blöftü. 1960’lı yıllar ABD’nin başını çektiği emperyalist devletler nezdinde SSCB’nin adının anılması bile düşman olmaya yetiyordu. Sadece bu sebepten bile Menderes’in iktidardan alaşağı edilmesinde ABD’nin parmağı olabilir.[24]
Ahmet Ziya’nın bu düşünceleri günümüzde de hala sorulan ve tam olarak cevaplanamayan sorulardır. Attilâ İlhan, burada tarafsızlığını koruyarak farklı kişiliklerle 27 Mayıs’a dair tüm düşünceleri ortaya koymaya çalışmıştır.
Bu diyaloglardan sonra bölümün sonuna 12 Temmuz 1960 tarihli bir gazete haberi iliştirilir. Bu haber hükümetin açıkladığı programa dairdir. Programın özeti ise, açıkça dışa bağımlılığı tescilleyen ve emperyalizmi ürkütmeyen bir içeriktedir.[25]
Miralay Ferid, hasta yatağında ev ahalisinin onu yormamak için memlekette neler olup bittiğini anlatmamasından dertlidir. Bunun da çaresini pencereyi açtırıp komşu evlerden gelen yüksek sesli radyo haberlerini dinlemekte bulur. Böyle bir yolu ilk kez keşfettiğinde ise eski cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın idamının istendiği öğrenir.
“… Bayar’ın idamı istendi. Milli Birlik Komitesi, sakıt Reis-i Cumhur’un hıyatet-i vataniye suçu ile yargılanmasına karar verdi. Sâbık devlet reisinin, Anayasa’nın çiğnenmesinde başlıca rolü oynadığı bildiriliyor…”
“… Devlet ve Hükümet Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel, bugün Amerikan Büyükelçisini kabul etti. Yarım saat kadar süren görüşme esnasında, Büyükelçi Warner’in Orgeneral Gürsel’e, Amerikan hükümetince, hükümet programının müsbet karşılandığını söylediği belirtiliyor…”[26]
Miralay Ferid’in duyduğu ikinci haber aslında darbe hükümetinin ABD’den aldığı onayın haberidir. Zaten daha en başta emperyalizme bağlılığını ifade eden Milli Birlik Komitesi, hazırladığı programın da ABD’den onay alması onların isteklerini karşılamasının bir sonucudur. İlhan, kendi görüşünü somut bir şekilde gazete ve ajans haberlerini sıralayarak okuyucunun birleştirmesini istemektedir.
Amerikan Mandası mı, İngiliz Mandası mı?
29 Ağustos 1335 tarihli gazete haberi “Amerikan Yardım Heyeti Başkanı’nın beyanatı: Türkiye’yi Medeni hale Getirmek İçin 100.000 Amerikalı Kifayet Eder. Binbaşı Arnold, Amerika’nın ‘insaniyet duyguları ile Türkiye mandasını kabul edeceğini” de söylüyor.”[27]
Attilâ İlhan, kitapta tekrar 1919 yazına dönerek kaldığı yerden devam eder. Bu bölümün ve ülkenin en önemli meselesi, “Amerikan mandası mı, yoksa İngiliz mandası mı kabul edilecek ya da üçüncü bir yol olan tam bağımsızlığın mümkünatı var mıdır?”
Bu bölüm Anadolu’da Sivas Kongresi’nin toplanmasının hemen öncesidir. Sivas Kongresi, milli mücadele tarihi için belki de en önemli olaylardan birisidir. Kongreden önce İstanbul’da İngiliz kuvvetlerinin en çok korktuğu şey, kongrede Amerikan mandası kararı alınacağıdır. Bu nedenle İngilizler, hükümete Sivas Kongresi’nin engellenmesi ve Mustafa Kemal ve arkadaşlarının tutuklanması konusunda baskı yapar. Binbaşı Ferid ve arkadaşları ise hükümetin ve işgalci güçlerin atacağı adımı önceden bilip Mustafa Kemal ve arkadaşlarına bildirmek için yoğun bir istihbarat çalışması yürütürler. Bu çalışmanın ilk meyvesi Rıza Muhiddin’den gelir. Buna göre İngilizlerin desteğini alan hükümet Malatya’da bulunan Kürt Bedirhan Aşireti’ni silahlandırıp Sivas Kongresi’ni basacak ve Mustafa Kemal’i yakalayacaklardır. Gelen bu önemli istihbaratı doğrulatmak için dört elden harekete geçerler. Bunu araştıran Binbaşı Ferid ve arkadaşları, Fransız jandarma birliğinin de Kongre’yi basmak için harekete geçtiğini öğrenirler.
Binbaşı Ferid, kardeşinin evinde ahbap olduğu İngiliz ve Fransız subay ve Fransız subayın yanında buluna Gülistan Satvet ile yakınlaşmaya başlar. Bu yakınlaşmada da kardeşi Hayrunisa’nın da parmağı vardır. Binbaşı Ferid, bu ilişkiyi pek istemez; çünkü o, Ruhsâr Hanım’a aşıktır. Ancak arkadaşı Doktor Hayrulalh’ın istihbarat sızdırılması ihtimalinden dolayı yaptığı baskıyla istemeyerek de olsa Gülistan Satvet’e yaklaşır. Böyle bir akşam Gülistan Satvet ile buluşunca arkadaşı Fransız subayın Sivas’a gittiğini öğrenir. Bu haber aldıkları istihbaratı kesinleştirmiş olur. Binbaşı Ferid, Gülistan Satvet’ten bir yandan nefret etmekte, diğer yandan da ona karşı cinsel duygular beslemektedir. Bu sebepten dolayı kendisine aşırı kızmaktadır. Hatta hayat kadını Bilezikli Kalyopi’yi Rum olmasına rağmen Gülistan Satvet gibilere göre yeğlemektedir; çünkü Kalyopi ve onun kaldığı umumi evdekiler daha vatanperverdirler.
3 Eylül 1335 tarihli gazete haberi şu şekildedir:
“İngiltere Mandası için İmza Toplanıyor. Bazı kimseler kapı kapı dolaşarak, ‘emeklilere şu kadar maaş verilecek, menfaatlarımız şöyle olacak’ diye halkı kandırıyor.”[28]
Sivas Kongresi yapılacağı zaman Osmanlı aydınlarında beliren Amerikan mandası fikrine karşı İngiliz ve Fransızlar yoğun bir şekilde İngiliz mandası propagandası yaparlar. Kurulan İngiliz Muhipleri Cemiyeti ile birçok önemli kişiyi aralarına katarlar. Diğer taraftan Sivas’ta tahmin edildiği üzere yoğun bir şekilde Amerikan mandasını kabul etmek tartışılır. Mustafa Kemal ve arkadaşları bu fikre karşı çıkar. Kongre’nin ilk günlerinde hakim fikir Amerikan mandasını kabul etmektir. 9 Eylül 1335 tarihli gazete haberi şu şekildedir:
“Sivas Kongresi’nde ‘Manda’ Meselesi Tartışıldı. İstanbul murahhasları Amerikan mandasını müdafaa ederken, Anadolu murahhasları buna şiddetle cephe aldılar.”[29]
Daha sonra 13 Eylül 1335 tarihli haberde dost düşman herkesin merakla beklediği Sivas Kongresi kararları haberleştirilir:
“Sivas Kongresi kat’i kararını aldı. Anadolu, Payitaht ile Bütün İrtibatını Kesti. Dersaadet’te yabancı devlet mümessillerine gönderilen bir tebliğde, Damat Ferid Paşa Hükümeti’nin gayr-ı meşru bir hükümet olduğu iddia edildi.”[30]
Mustafa Kemal ve Sivas Kongresi katılımcıları tarafından ısrarlı istifası istenen Damat Ferid Paşa, 1 Ekim 1335 tarihinde istifa eder. Bu haberi veren Attilâ İlhan, romanın 1919 yılıyla ilgili olan bölümünü bitirir. Aslında bu haber Sivas Kongresi’nin bir zaferidir. Bu zafer daha sonra gelecek olan zaferlerin habercisi niteliğindedir.
27 Mayıs Ruhunun Ölümü
Attilâ İlhan, romanın son bölümlerini yeniden 1960 yılında Miralay Ferid ve çevresinde gelişen olaylara ayırır. Bu bölümde Miralay Ferid yavaş yavaş ölüme yaklaşırken bir yandan da 27 Mayıs İhtilali’nin ilk günkü söylemlerinden uzaklaşarak emperyalizm ve burjuvazi ile bağlılığını tesciller. İlk günlerde askeri müdahale ve devrimci söylemlerinden fena hale rahatsız olan yerli burjuvalar ilerleyen günlerde fikir değiştirip isteklerini gerçekleştirmek için hükümete her türlü yardımı yapmaya başlarlar. Romanda bunun canlı tanığı Akın Ltd. Şirketi’nin başına geçen Hayrun’dur.
4 Ağustos 1960 tarihli haberde 235 generalin emekliye ayrıldığını ve diğer subayların da emekliye ayrılması için teşvik verileceği söylenmektedir. Bu şekilde 2000 subayın emekli ettirileceği anlaşılmaktadır.[31] Bu haber Miralay Ferid’de derin bir üzüntü yaratır ve yeni bir kriz geçirir. Suat da gazetelerden okuduğu haberleri devrimin aleyhine bularak dayısına söylemek istemez. Onun düşüncesi, generallerin ordudan uzaklaştırılması iki durumdan olabilir: Birincisi, Menderes yanlı subayların uzaklaştırıldığı, ikincisi ise, ihtilali yapan subaylar arasında ayrılık çıktı ve bir taraf diğerini tasfiye ediyor.[32] Suat’ın aklına ikinci fikir daha yatkın geliyordu.
Harun, hükümetin esnaf ve tüccara en çok %25 kâr payı koymasını ağır bir dille eleştirir ve tüccarların bu durumdan çok büyük rahatsızlık duyduğunu belirtir.[33] İhtilal Hükümeti’nin halkın kalkınması için tüccar ve esnafın kârını küçültmesi gerektiğine karar vermesi milli burjuvaziyi büyük bir endişeye sevk eder. Menderes devrinde burjuvazide büyük bir sıçrama olur ve Harun gibi zengin olup daha da zenginleşen kişiler darbeden hiç hoşlanmazlar.[34]
Son günlerinde ölüm döşeğinde dahi memleket meseleleriyle ilgilenen Miralay Ferid, Cemal Gürsel’in seçim tarihini verdiği haberi duyunca iyice sinirlenir ve alışık olduğu eski dönemlerdeki ihtilallere benzemezliği nedeniyle hayıflanır.
“… akşam güç bela Cemal Paşa’nın gelecek 27 Mayısta seçim yapacağını işittim, içime bir ateştir düştü. Nedir bu bizim paşalardaki seçim merakı yahu? Rahmetli Atatürk böyleydi. Terakkiperver Fırka diye, Serbest Fırka diye az dert mi açtı başımıza? İsmet Paşa, hakeza: Demokrat Parti belasını, Hanım Evladı’nı tepemize tebelleş eden kendisidir. Şimdi Cemal Paşa, ulan hazır reiskâra oturmuş, memleketin rerakkisi için vacip olanı yapacak yerde, seçim! İsmet Paşa’yla görüşmedi mi, mutlaka ondan kaptı bu fikri. Seçim, amenna seçim, ama ya bu Demokratların kuyrukları yeni bir parti uydurup da efendime söyleyeyim…”[35]
Miralay Ferid romanın en başında çok hararetli ve kızgın bir şekilde tartıştığı Ahmet Ziya’nın “Bu devrim değil.” düşüncesini doğrular. Arkadaşı Ahmet Ziya’nın kendisini ziyarete geldiğinde ona açılır: “… Meğer sen yerden göğe kadar haklıymışsın, meğer inkılap minkılap değilmiş bu.”[36]
Ahmet Ziya ise, dostu Miralay Ferid’i dinliyor ama pek yorumda bulunmuyordu. Ancak içinden geçen düşünceleri Miralay Ferid kuşağını özetlemektedir:
“Ahmet Ziya ne dese Miralay Ferid Bey’i üzeceğini seziyordu. Fakat onu asıl ağlatasıya etkileyen ölüm döşeğindeki bu ihtiyarın, ülkesinin ve halkının kaderiyle hala bu derece yakından ilgilenişi oldu. Onun ‘seferberlik kuşağı” adını verdiği bu kuşağın adamlarında öyle bir güç, öyle sönmek bilmez bir alev vardı ki, sonrakilerde aransa da bulunamıyor, yerini sinsi bir bencilliğin, küçük çıkar hesaplarının aldığı görülüyordu.”[37]
Romanın sorunu yine bir gazete haberi getirir. Bu haber siyasi değil Miralay Ferid’in ölüm ilanıdır. İlanı veren kardeşi Hayrunisa ve eşi Ruhsâr Hanım’dır. “Acı Bir Kayıp” başlığını taşıyan ilan şu şekildedir:
“Dömeke harbi şehitlerinden Kolağası Rüstem Bey’le Münire Hanım’ın oğlu, Mabeyn Katiplerinden Bayraktar Paşazade Haluk Bey’in eniştesi, Bayraktar Çiftliği sahibi Hayrunisa Bayraktar’ın biricik ağabeyi, Manastırlı Salih Paşa ailesinden Ruhsâr İlbulak’ın sevgili zevci, Çanakkale, Gazze ve İstiklal Harbi gazilerinden, Emekli Süvari Miralayı Ferid İlbulak (Ferid Eminönü) kısa bir hastalığı meteakip rahmetine kavuşmuştur.”
Sonuç
Başlarken özetini verdiğimiz György Lukacs’ın tarihsel roman tanımını biraz açarsak, Lukacs’ın kendi ağzından tarihsel romanın ortaya çıkışı şu şekilde nakledilebilir:
“Tarihsel roman, günümüz toplumunun problemlerinin gerçekten anlaşılmasının ancak tarihsel evveliyatın, şimdiki toplumun ortaya çıkışının anlaşılmasıyla mümkün olabileceği hissidir. Yani hayat anlayışının tarihselleştirilmesinin, günümüz toplumsal problemlerine yönelik artan tarihsel kavrayışın şiirsel ifadesidir.”[38]
Tarihin edebiyatın alanına girmesi aslında insanlığın doğrudan geçmişini anlama ve bu geçmişten yola çıkarak yaşadığı günü anlamlandırma ihtiyacındandır. Ünlü tarihçi E. H. Carr, tarih hakkında şöyle der:
“Geçmiş, bizim için bugünün aşığında anlaşılabilir ve bugünü tümüyle ancak geçmişin ışığında anlayabiliriz. İnsanın geçmiş toplumu anlamasını ve bugünün toplumuna daha çok egemen olmasını sağlamak tarihin çifte işlevidir.”[39]
Bu bilgilerden yola çıkarsak Attilâ İlhan’ın “Sırtlan Payı” adlı romanını tarihsel roman olarak kabul edebiliriz. Öncelikle yaşanmış tarihi dönemleri konu edinen roman, daha sonraki yıllarda kaleme alınarak bulunduğu tarih diliminden geçmişe bakar. Bunun dışında romanın geçtiği dönemler Türkiye siyasi tarihi açısından çok önemli olayların gerçekleştiği dönemlerdir; bu yüzden bu dönemleri anlamak ve anlamlandırmak hem İlhan’ın romanı yazdığı 1970’li yıllar için, hem de günümüz için çok önemlidir. Attilâ İlhan da bu bilinçle hareket ederek romanında dönemin en önemli siyasal ve toplumsal mevzularına yönelerek karakterleriyle yaşanan bu siyasi olayları anlamaya çalışır. Kahramanlar, olayları anlamaya çalışırken okuyucuyu da geçmişten hareketle yaşadığı dönemi anlamak adına birçok soruyu kendine sorar. Tüm bunlar romanı, tarihsel roman yapar.
Lukacs’ın problematik kahraman[40] olarak tanımladığı “eski değerlere bağlı kalmış, yeni değerlere ayak uyduramayan ve inandığı değerlerin ayaklarının altından kayıp gittiğini düşünen” kahraman tipi tanımına uyan Miralay Ferid, romanın ana omurgasını oluşturur. Ferid’in yaşamöyküsü Türkiye’nin tarihidir. Osmanlı’nın son dönemini yaşar, 1908’de 2. Meşrutiyet’i görür, Balkan Savaşları’na, Çanakkale Savaşına, Filistin ve Suriye cephelerini görür, Kurtuluş Savaşı’ndan önce İstanbul’da milli mücadele için hafiyelik yapan, silahlı mücadele başlayınca Anadolu’da savaşan Miralay Ferid hayatı boyunca siyasetin içinde yer alır. Siyasi alanı, askeri alan gibi gören Miralay Ferid, romandaki arkadaşı Ahmet Ziya tarafından söylenen “Aksiyon Nesli” ve “Seferlik Kuşağı” adamı olarak ömrünün son nefesine kadar siyaseti düşünür ve toplumun şartlarına göre değişen siyasi koşulları bir türlü anlamlandıramaz. Miralay Ferid için son heyecan yaratan olay Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 27 Mayıs 1960’da zorla iktidara el koymasıdır. İşte, bu darbe Miralay Ferid’in anladığı tarzda bir siyasi hamledir. Darbeyi devrim olarak selamlar. Daha sonrasında devrimin olmadığını ve hiçbir zaman özlediği eski günlerin gelmeyeceğini anlar ve derin bir üzüntü içinde ölür. Bu darbe, onun son ümidiydi. Onun gözünde ülke elden gitmektedir, tabi kendi ömrü de ülkeyle birlikte elden gider.
Tüm bu özellikleriyle Miralay Ferid, Lukacs’ın bahsettiği problematik tip kahramanın romanda özel olarak yaratıldığı halidir. Buna göre Miralay Ferid, yaşadığı dönemin ve ortamın tüm özelliklerini, karşıtlıklarını ve çatışmalarını üzerinde taşıyan bir karakter olarak dönemi sorgulayabileceğimiz her türlü olayda yerini alır.
Miralay Ferid, yaşadığı dönemin koşullarını asla kabullenmez. Dönemin siyasetini, yaşam tarzını kabul etmez. Kardeşinin eşcinsel oluşunu kabul etmez. Arkadaşlarının askeri darbeye devrim demeyişini kabul etmez. Halkın ihtilale sahip çıkmasını ve ihtilalden heyecanlanmamasını kabul etmez. Çünkü Miralay Ferid, 1919 senesinde işgal altındaki İstanbul’da da insanların işgalci subaylarla haşir neşir bir biçimde yaşayıp gitmesini de kabullenemiyordu. Kendisinin istihbarat toplama adına işgalci subaylarla aynı otelde kalmak zorunluluğunu kabul edemiyordu. Yani 1960’da özlediği 1919 – 1920’li yılları, o yıllarda yaşarken de kabul edemiyordu. Yaşadığı dönemle problemi olan Miralay Ferid, tarihsel roman için çok yerinde bir kahraman tipidir. Çünkü problematik bir kahraman, bulunduğu çağın tarihsel sorunlarını yaşar ve bu sayede şahsında dönemin sorunlarını ve çelişkilerini barındırır.
Marksist sanat anlayışına göre “Maddi hayatın üretim tarzı hayatın toplumsal, politik ve entelektüel süreçlerini belirler.”[41] O yüzden 27 Mayıs 1960’da gerçekleşen askeri darbenin ilk günkü fikirleri Miralay Ferid’in düşünceleri gibi devrimci olsa bile zamanın koşulları ve maddi hayatın şartları, onları emperyalizmle ve burjuvazi ile aynı çizgiye çeker. Hatta bu zorunlu istikametten ötürü kendi yol arkadaşlarını da harcamak zorunda kalırlar. Miralay Ferid’in anlayamadığı şey budur. Kişi veya kişiler nasıl düşünürse düşünsün, neyi hedeflerlerse hedeflesinler sonucu maddi hayatın koşulları belirler. İşte bu çelişkiler içinde hayatın son anlarını yaşayan Miralay Ferid, diğer bir önemli hayat kesiti olan 1919 yılına gider. Burada da işgal altında yaşayan İstanbulluların neden direnmediğini, neden karşı koymadıklarını sorgular.
Miralay Ferid, hem şahsi geçmişini, hem de tarihsel süreç içerisindeki tarihi şahsiyetini aynı anda yaşamaya çalışır. Şahsi tutumu ve tarihsel süreç içerisindeki konumlanışı daima bir çatışma içerir. Bu sayede Miralay Ferid’in şahsi geçmişi ve tarihsel süreç içerisindeki tarihi şahsiyeti üzerinden bir tarihsel roman karşımıza çıkar.
KAYNAKÇA
AKALIN, Nur (2006), Şehir Filmleri Attilâ İlhan, İstanbul: +1 Yayınları.
ANDERSON, Perry (2004), Tarihsel Materyaliz İzinde (çev. Mehmet BAKIRCI, H. GÜRVİT), İstanbul: Belge Yayınları.
AYDIN, Önder (2013), Attilâ İlhan’ın Şiirlerinde İstanbul, Yayınlanmamış Lisans Bitirme Tezi.
CARR, Edward Hallet (2006), Tarih Nedir?, çev. M. Gizem Gürtürk, İstanbul: İletişim Yayınları.
ÇELİK, Yakup (2010), “Attilâ İlhan’ın Hayatı”, Attilâ İlhan Armağanı, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı.
İLHAN, Attilâ (2005), Sırtlan Payı, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
LUKACS, György (2010), Tarihsel Roman (çev. İsmail DOĞAN), Ankara: Epos Yayınları.
MARKS, K. – ENGELS, F. (2001), Sanat ve Edebiyat üzerine (çev. Murat BELGE), İstanbul: Birikim Yayınları.
[1] György Lukacs, Tarihsel Roman (çev. İsmail Doğan), Epos Yayınları, Ankara: 2010.
[2] Bıçağın Ucu (1973), Sırtlan Payı (1974), Yaraya Tuz Basmak (1978), Dersaadet’te Sabah Ezanları (1981), O Karanlıkta Biz (1987), Allah’ın Süngüleri ‘Reis Paşa’ (2002).
[3] Attilâ İlhan, Sırtlan Payı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 5. b., İstanbul: 2005, s. 13.
[4] İlhan, 41.
[5] İlhan, 45.
[6] İlhan, 61.
[7] İlhan, 86.
[8] İlhan, 89.
[9] İlhan, 88.
[10] İlhan, 119.
[11] İlhan, 99.
[12] İlhan, 121.
[13] İlhan, 124.
[14] İlhan, 137.
[15] İlhan, 161.
[16] İlhan, 173.
[17] İlhan, 185, 189.
[18] İlhan, 185.
[19] İlhan, 211, 212.
[20] İlhan, 220, 221.
[21] İlhan, 221.
[22] İlhan, 229.
[23] İlhan, 249.
[24] İlhan, 250-257.
[25] İlhan, 259,260.
[26] İlhan, 274.
[27] İlhan, 295.
[28] İlhan, 319.
[29] İlhan, 345.
[30] İlhan, 373.
[31] İlhan, 407.
[32] İlhan, 409.
[33] İlhan, 430.
[34] İlhan, 429.
[35] İlhan, 490.
[36] İlhan, 491.
[37] İlhan, 491.
[38] Lukacs, 294.
[39] Edward Hallet Carr, Tarih Nedir? (çev. M. Gizem Gürtürk), İletişim Yayınları, 9.b. İstanbul: 2006, s. 64.
[40] Lukacs.
[41] Marks – Engels “Sanat ve Edebiyat Üzerine” (çev. Murat Belge), Birikim Yayınları, 2.b. İstanbul: 2001. S. 9.
Çok iyi bir analiz olmuş. Attila İlhan’ı Aynanın İçindekiler serisi ile Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze doğru pek çok tarihsel olaya romanları ile ışık tutar. 1960 İhtilali’ni anlamak ve o dönemin yaşlı kurtları ve genç kuşaklarını anlamak için okunası bir roman. Tabi, sadece bu kadar da değil. Roman karakterleri ile tam anlamıyla bir roman. Çok iyi kurgulanmış ve karakterler çok iyi yerleştirilmiş. Attila İlhan’ı hep şair yönüyle tanıyanlara mutlaka romanlarını okumalarını tavsiye ederim. Romancılığıyla Attila İlhan gerçek manada bir harika. Okuyan bilir, okumayana da mutlaka tavsiye edilir.
Attila İlhan’ın romanları, ülkemizde fazla bilinmese bile bilenler tarafından çok önemlidir. Benim için çok kıymetli olan Attila İlhan romanlarının değerlendirilmesi, analiz edilmesi benim için de çok önemlidir. Attila İlhan’ın Sırtlan Payı romanı Aynanın İçindekiler serisi içerisinde çok kıymetli bir yer tutar. 27 Mayıs 1960 dönemini en ince nüansları ile anlatan bir roman olan Sırtlan Payı Attila İlhan’ın romancılığı açısından da çok özel bir yere sahiptir. Daha derinlemesine çalışmaları görmek umuduyla. Yorumlarınız için teşekkürler.
Attilâ İlhan’ın Aynanın İçindekiler serisinin tüm romanları severek okudum. SIRTLAN PAYI romanı da gerek dönemi iyi anlatması bakımından gerek karakterlerin iyi olması bakımından sevdiğim bir romandır. Herkese 27 Mayıs dönemini anlatan bu romanı okumasını tavsiye ederim.
Tarihsel romanlar içinde değerlendirilen Sırtlan Payı romanı için özet arıyordum. Bu yazı özetten de öde. Teşekkürler.