‘’Özgün sanatçı taklit etmeyendir.’’ minvalinde bir söz var mıdır bilmiyorum. Bir yaratma uğraşı olan sanat, sanatçının arayışıdır hep. Kesin bir menzil, kesin bir netice yoktur onda. Beşikten mezaradır. Özgünlüğünü yakalayabilen, ‘’kendine’’ yönelen sanatçılar, koşularda birinci olurlar. Edebiyatta, resimde, müzikte, sinemada ve dahi diğer sanat dallarında emsal olmuş, ses olmuş bütün sanatçıların yapıtlarında tarif edilemeyen bir ruh vardır. Yaratıcısından bağımsız olmayan bu ruh, bu sebeple de yaratıcısına mahsustur ve onda gizlidir.
Takayoshi Sakabe, resim ve dans sanatında yaptıklarıyla görenleri ve izleyenleri heyecanlandıran bir beynelmilel sanatçı. Japonya’da doğup büyüyen Sakabe, Japon Sanat Üniversitesi’ni bitirince içinde depreşmeye başlayan yeni diyarlara açılma isteğini gerçekleştirmek için Fransa’ya gider. Daha doğrusu bunu bir ‘’kaçış’’ olarak ifade eder. Kendi ruhunu ve sesini bulmak için girişilen bir kaçış.. Fransa’ya gidince Güzel Sanatlar Akademi’sinde 4 sene daha okuyan Sakabe, ardından 30 yıl boyunca yaşayacağı Paris’te de sanatının tohumlarını atmaya başlar. Fransa’nın en büyük sanat fuarında açtığı sergide bütün tabloları satılınca birden tanınan bir sanatçı hâline gelen Takayoshi Sakabe, bu popülerliği kaldıramaz. Bir röportajında ‘’O fuardan sonra 10 yıl tablo yapamadım. İnsanlar biraz basit olmalı. Basit yaşamadıktan sonra hiçbir şey yapamaz’’ diyen Takayoshi Sakabe kendi sanatının kilit cümlesini de söylüyordu böylece.
Sakabe’nin insanlık, basit ve sade yaşama arayışı onu İstanbul’a sürükler. Çünkü sanatını bununla besler O. Sakabe’nin tabloları gerek kendinden öncekilerden gerekse çağdaşlarından oldukça farklı. Renk seçimi olsun, ışık olsun bakılınca bu fark direkt sezilir. Kum ve toprağa su katılıp çamurla yoğurmuş gibi yapıldığı sanılan tabloların, daha ayrıntılı bakılınca aslında bir renkler armonisi olduğu anlaşılacaktır.
Tablolarında görülen anlamdan ziyade, daha derin bir estetik kaygıdır. İzleyende yaratılan bu estetik onu kendi anlamını yaratmaya zorlar. Tablolarında seçtiği renk, tablonun konusu ne olursa olsun. izleyende kıpırdama yaratır. Algıyı direkt olarak tablonun özüne yoğunlaştıran bir kıpırdamadır bu.
Sakabe’nin farklı tatlarda fakat özünü koruyarak yaptığı tablolarından en meşhuru Japon mistisizminden ilham alarak yarattığı ‘’Şeytan’’ temalı tablosudur. Bu temada şeytan kızgın bir suratla, şeytanlıkta kendisini geçen insanlara karşı hiddetini gösterir. Bu, Sakabe’nin getirdiği eleştirinin de derinliğini gösterir.
Gerek portre tablolarında gerekse nü tablolarında da algıları yanıltan bir hava ağır basar. Grimsi, kum renginde portreler duvarlara asılmış ölü büyükleri anımsatır. Solgun ve durgun… Gözlerde yorgunluk sezilir. Bu karamsar hava, nü tablolarda daha derin ve ayrıksı bir havaya girer. Gören kişinin hissettiği şehvet değil, bedenin sıradanlığı/aciziyetidir. Renk ve ışıkla bedeni kutsayan, bir haz abidesine dönüştüren ressamlara karşın, Sakabe olanı serer gözlerimizin önüne.
Takayoshi Sakabe’nin sanatçı kişiliğinin başka bir yanı da Japon ulusal dansı Butoh dansını yapması. Butoh dansının hüzünlü bir geçmişi var. 2. Dünya Savaşı’nda Amerika’nın Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı atom bombasıyla ölen yüzbinlerce insanın tahribatını anlatır Butoh. Radyasyondan etkilenen insanların çırpınışlarını, devinimlerini ağır bir hareketle anlatan Butoh, izleyende savaşın çirkinliğini hat safhalara çıkarır. Kireç gibi beyaz bir yüz ve ağır-aksak hareketler, dekor ve müzikle birleşince izleyenleri adeta Hiroşima ve Nagazaki’ye götürüyor. Sakabe’nin hüzünlü yüzü, Butoh dansının figürleriyle harmanlanınca, etki daha da artıyor.
1 yıl kaldığı Batman’da kurslarda, açık alanlarda sanatını öğretmekten de geri kalmayan Takayoshi Sakabe, Türkçe’yi bütün meramını anlatacak kadar biliyor. Şuan eserlerini, tablolarını İstanbul’da yapan Sakabe, ‘’Burada insanlar anlam istiyor, estetiğe değer vermiyor.’’ diyerek ülkesi Japonya’da galerilerde buluşturuyor tablolarını. Ressamımızın Fransa’da, Beyrut’ta, Japonya ve İstanbul’da açtığı sergilerle tabloları nice duvarlara renk katıyor.