“Çayını karıştırırken çıkan sesin tüm odaya dolmasıdır yalnızlık”.
“Bahar kokan bahçelerde koşardım, dizlerinin üzerine çöküp açtığın kucağına. Bahar kokardı kucağın. Ellerin saçlarımı dolaştığında hemen kapanırdı gözlerim. Kirpiklerimden öperdin. Ne zaman büyümüştüm bu kadar, değil mi? Hiç büyümemiştim aslında. Sadece boyumdan büyük işlere kalkışmıştım. Güzel şeyler. Hepsi bu. Oysa zaman ne çabuk akıp geçmiş önümüzden. Ben büyüyemedim. Sen yine gelsen öpsen kirpiklerimden”.
Nevzat kırk yaşında bir üniversite öğrencisiydi. Orta boylu, yuvarlak suratlı, dışarıdan bakıldığında ekstra bir özelliği olmayan standart bir kırk yaş erkeği. Belki bir kaç yaş büyük gösteriyor olabilir, ancak yakından bakıldığında daha gençlik döneminden orta yaşa geçmeyi dahi başaramamışken, sadece orta yaş bunalımından çıkmaya cesareti olmayanların ve bu yaşa geç kalanların sıkışıp kaldığı bir yaşam aralığındaydı. Yani durum standartların biraz daha dışındaydı.
Bu durum Nevzat’ı korkutuyordu. Aslında Nevzat, muntazaman korkuyordu. Mesela merdiven boşluğundan gelen ayak seslerinden korkuyordu. Merdiven boşluklarında yankılanan adım sesleri ve hatta merdiven boşluklarının kendisi Nevzatı ürkütüyordu. Sonra, herhangi bir derin sessizlik de onu korkutuyordu. Bu yüzden televizyonu sürekli açık bırakıyordu.
Bir de son zamanlarda yaş meselesi kafasını kurcalamaya başlamıştı. Çok gereği varmış gibi bir de kırk yaşına girmişti. Bu yıl ilk kez çılgın bir yaş günü partisi yapmaktan vazgeçti. Partileri çılgın yapan hiç kimsenin davet edilmeyişiydi tabi ki. Ama Nevzat için önemli olan bu değildi. Nevzat’ın kafasını kurcalayan yeni ve asıl mesele, kaybedilen bir yıl için duyulan sevincin anlamsızlığıydı; “İnsan yeni bir yaşa girmez, bir yeni yaştan çıkar” diye düşünürdü. “Ömürden kaybedilen ve büyük ihtimalle de boşa geçirilmiş bir yıl için neden kutlama yapılır ki?” Nevzat, bazen kafasının bir pinpon topu gibi çalıştığını düşünürdü. Sürekli bir raketten diğerine, belli bir rotası olmaksızın gidip gelen bir kafa. Bazen ‘ne yemek yesem’ diye düşünmeye başlayıp, Urfa kebabının, Urfa’nın etrafında ki dumanlı dağlarla ilişkisini düşünürken bulur kendini.
“E Urfa’nın etrafından dağ yoktur ki, neden başı dumanlı dağ türküsü yakılır, etrafında dağ olmayan bir yer için. ‘Huzur evi’ mesela.İnsanın huzur bulmadığı yer zaten evi olamaz ki. Ya da ‘ana okulu’, yahu beş yaşında ki çocuğun yeri anasının yanıdır. O yaştaki bir çocuğun okulu da anasıdır. Ananın olmadığı yer nasıl ana okulu olur. ‘Adalet sarayı’ üstelik en büyüğü. Neyin eksiği varsa, onun sıfatı oluyor galiba”.
Nevzat uzun zamandır yalnız yaşıyordu. İnsanlara olan güvenini yitirmişti. Bu yüzden yalnız yaşıyordu. Aslına bakarsanız yalnızlığına “bu yüzden”lerle başlayan gerekçeler aramıyordu. Nevzat herhangi birşey aramayalı çok uzun zaman olmuştu. Mesela arkadaş aramıyordu, aile aramıyordu, aşk aramıyordu, para aramıyordu.
Sabah erken kalkmasını gerektirecek bir işi yoktu. Sabah erken kalkmak kadar kötü birşey de yoktu. Nevzat öğlene kadar uyuyordu ve bundan büyük keyif alıyordu. Keyif aldığı bir diğer şey de, öğlen kahvaltısından sonra izlediği gündüz kuşağı dizileriydi. Bu saçma sapan konuları aramak, bulmak ve üstene üstün birde program çekmek, gerçekten özel bir çaba ve başarı isteyen bir iş olmalıydı.
“Hadi be! Kim demiş? Tamam, belki oyunculuklar, hiç bilgimiz olmamasına rağmen bizim bile fark edeceğimiz kadar kötü olabilir, ama 100 hatta 200 küsür bölüm çekilen bir dizi, bu cüreti gösterebiliyorsa, güvendiği bir izleyici kitlesi de var demek ki. Değil mi ama? Öf! Bir bitmediniz be! Ne ilgisi var? Hepiniz baktığınızı görüyor musunuz sanki? Bakmak için bakmaya değer herhangi bir şeye ihtiyacımız mı var sanki? En azından ben, görmekten vazgeçeli çok uzun zaman oldu. Bakmak kadar keyifli ne olabilir ki? Oysa görmek, acı veriyor. Görmek önce düşünmeni sonra da hareket etmeni emrediyor”.
Nevzat, güneş battıktan, akşam olduktan sonra hem bir şeyler atıştırmak hem de hava almak için küçük gezintilere çıkıyordu. Ama bu gezintiler bazen öyle bir hal alıyordu ki, eve geldiğinde ya farkında olmadan saatlerce yürüdüğü için yorgunluktan bitap düşmüş oluyor, ya da birilerine kafa tuttuğu için dayak yemekten yorgun düşmüş oluyordu. Çünkü Nevzat çoğu zaman gördükleri hakkında konuşuyordu.
“Ne saçma bir kıyafet! Bir insan nasıl bu kadar kötü giyinebilir. Hayır. Kıyafete önem veren biri değilim tabi ki. Sadece bu kadar özenle giyinip, süslenip, hele ki bir kadın olarak, hele ki mavi gibi harika bir rengin içine nasıl edilebildiğini anlayamıyorum. Sıçtım mavisinin hiç bu kadar asil olabileceğini sanmıyorum. Bok sarısı hiç bu kadar zade olmamıştır. Oysa maviye sorsanız kim bilir ne düşünür sıçmak fiiliyle aynı cümlede, üstelik tamlanan konumunda kullanılmaktan. Ya şu ayaklara ne demeli? Bu ayaklarla yürümek bir işkence olmalı. Hanımefendinin, vücudunun altında başka bir organizma var adeta. İnsanın böyle ayakları olsa sohbet edecek arkadaşa ihtiyaç duymaz.
Bana ne mi? Bir insan niye bu kadar süslenir? Diğerlerinin kendisi hakkında düşünmesi için tabi ki. Bende bir diğeri değil miyim? Tabi ki öyleyim. Hepimiz birer diğeri değil miyiz? Tabi ki öyleyiz. Ve toplum olarak yaşamak zorunda olduğumuz için diğerinin ne düşündüğüne göre giyinir, ona göre yaşarız. Of! İnsan bu kadar büyük ayaklı kadınları olan bir şehirde neden yaşar ki? Ya Tanrıya ne demeli! Bu kadar büyük ayakları olan bir kadın yaratmakta nasıl bir kutsal gaye olabilir ki?”
Eve geldiğinde kendisini o kadar yorgun hissediyordu ki hemen bir duş alıp yıkanmayı düşündü. Öyle de yaptı. Sonra yine her zaman ki gibi klavyesinin başına geçti. O gün yaptıklarını, yaşadıklarını ve düşündüklerini uzun uzun yazdı. Her gece sabaha karşı uyumadan önce saatlerce yazıyordu Nevzat. Bazen ne yazdığını bilmiyordu bile. Yazacak bir şey bulamadığında kafasını kaldırıp karşısındaki duvarı yazıyordu. Bir kere kullandığı daktiloyu, daktilonun tuşlarını yazdı. Sonra daktilonun tuşlarına basmak için kullandığı parmaklarını, parmaklarını kullanabilmek için ihtiyaç duyduğu gücü yazdı. Nevzat her gece rahat uyumak için, sidik torbasını boşaltmaya gitmeden önce, içinde biriken her şeyi ruhunun gideri dediği klavyesine ve kağıda boşatıyordu. Bunu yapmadığı zamanlar kabuslarla uyanıyor, gözüne bir damla uyku girmiyordu.
Dün yine o gecelerden birini yaşadı. Nevzat gece hiç uyuyamadı. Oysa sabah sobayı yakmak için kullanacağı bir sürü kağıt çıkmıştı yine klavyesinden. Geceden bu yana saatlerce yazmış, ruhunda ve beyninde biriken ne varsa hepsini dökmüştü ruhunun gider borusuna. Ama anlamsız bir şekilde uyuyamıyordu. Kısa dalışlarında da kabuslar görüyor, kan ter içinde uyanıyordu. Önce çok önemsemedi bu durumu, ama sonra ki gece de aynı şeyi yaşayınca durumun ciddiyetini anladı. Uykusuz geceler Nevzat için birer işkence olmaya başlamıştı. Çünkü önceki gecelerin biriken uykusuzlukları yazmasını güçleştiriyor, yazamayınca da ruhunda biriken acılar, gökyüzüne kara bulutları, yeryüzüne depremleri topluyor, pabucu tersten giydirilmiş bir şeytana intikam yeminleri ettiriyor, karanlıkta, askıda asılı masum bir kemer dev bir yılan olup boynuna sarılıyordu.
Yeteerrrr!!!
“Oysa aşk! Başka ne olsundu hayatın mazereti ?”
Uzun süre düşündükten sonra profesyonel bir destek almaya karar verdi. Gerçi bir psikoloğu profesyonel yapan okuduğu kitaplardan başka ne olabilir? Yo hayır, okuduğu kitaplar değil, insanı herhangi bir konuda yetkin kılabilecek olan okuduğu kitaplar değildir. Kendisini aşıp, başkasına yardım edebilecek düzeye erişmesini sağlayan her şeydir. Mesela çocukken kırdığı camlardır ya da lise de sevdiği kıza açılamaması, üniversite de katıldığı öğrenci protestoları ya da herkesin ‘ak’ dediğine ‘kara’ diyebilecek cesaretin kendisidir. Evet, insan yaşadıklarının tümüyle ancak kendisinden bir adım öteye geçebilir?” bir süre düşündükten sonra, “Tam olarak bu da değil aslında. Yani bu yetkinlik resmi bir belgeden kaynaklanıyor olabilir tabi. Ama bir resmi belge insanı iyi eder mi? Edecek olsa bile resmi bir iyileşme ne kadar mantıklı, yani ne kadar iyileşme olabilir?” kalkıp bir kaç tur volta attı. Sonra, bu konuyu daha sonra düşünmek üzere erteledi. Ve kısa bir araştırmanın ardından kendisini, Prof. Dr. Ruha HUZURVEREN’in muayenehanesinde, doktorun kendisini terapi için çağırmasını beklerken buldu. Doktorun kendisini çağırmasını beklerken bir an durdu ve “ne işim var benim burada” diye düşündü? Ne zamandan beri sorunlarını başkalarından yardım alarak çözmeye başlamıştı? Üstelik profesyonel bir ruh terbiyecisinden. Ona ne anlatabilirdi ki? Bir insan, bir başkasına kendisini ne kadar açabilir? Ya da bir insan, diğerini gerçekten ne kadar anlayabilir? “Neyse ya. Abuk sabuk bir kaç cümle söylerim, o da beni anladığını ve hafif bir depresyon yaşadığımı söyler. Sonra bir antideprasan yazar. Seans ücretini cukkasına indirir. Böylece herkes alacağını almış olur.” Tam, çıkarken parayı komidinin üzerine koymanın ne kadar eğlenceli olabileceğini düşünürken, Prof. Dr. Ruha HUZURVEREN’in asistanı Bayan… Hayır! Çok özür dilerim. Kendisi beni 2 kez ikaz etmesine rağmen, hala kendisine ‘Bayan’ diye hitap ediyorum. Tanrım ne kadar erilim! Ruha EZİYETVEREN hanım efendi, kalın çerçeveli gözlüğünün ardından bakarak, doktorun kendisini beklediğini söyledi. Nevzat, Bayan Ruha EZİYETVEREN’ni, birazdan kalemle tutturduğu topuzunu seksi bir baş hareketiyle savurup, özgür kalan saçları yüzüne çarparken, diliyle üst dudağının sağ iç kısmını yaladığını ve kendisini bu şekilde odaya çağırdığını düşündü. Bu, kapı eşiğine denk gelen anlık rüya, doktorun kendisini karşılamak için elini uzatmasıyla son buldu. Nevzat bu rüyadan çıkıp karşısındaki top sakallı, oldukça zayıf ve çelimsiz adama odaklanmakta zorluk yaşadı. Doktorun “Merhaba, hoşgeldiniz” gibi sözlerine bir süre cevap veremeden, doktorun “bu adam nasıl yaşıyor” dedirtecek kadar zayıf olan bedenini, sivri burnunun hemen altından adeta fışkıran Nietzsche bıyığına ve çenesini olduğundan 3 kat daha dolgun gösteren sakalına uzun uzun bakmaktan kendini alamadı. Neredeyse, “Tanrım! Bu adam çok komik” diye bir kahkaha patlatacaktı ki kendini zorla frenledi. Bu garip yaratığı zihninde kalan son kalın gözlüklü asistan imgesiyle karıştırıp yok ettikten sonra “Hoş bulduk” diyebildi.
Doktor, yuvalarından fırlamak üzere olan gözlerini sakladığı, kocaman gözlüğün ardından bakarak, “Evet, Nevzat Bey. Nasılsınız bakalım?” dedi.
Nevzat içinden, “Nasıl mıyım? Ben bunca yolu, vakti ve tabi ki parayı senin bana nasıl olduğumu sorman için mi harcıyorum! Seni modern dünyanın hastalıklı ruh terbiyecisi!” diye bağırdığını düşünüp, burnunun ortasına koca bir yumruk geçirdiğini hayal ettikten sonra, “İyiyim. Yani. Aslında değilim. Kendimi iyi hissediyor olsam burada olmazdım, diye düşünüyorum” dedi. Ve devam etti, “Peki siz nasılsınız? Birazdan kemiklerinizin üzerindeki son deri tabakasıyla birlikte düşmenizden korkuyorum açıkçası?
Doktor içten bir kahkaha attıktan sonra, “Çok özür dilerim. Aslında zayıf bedenimle ilgili benzer çok fazla söz işittim, ama sizin şakasınız gerçekten çok iyiydi. Merak etmeyin kendimi bildim bileli böyleyim. Ve şu gördüğünüz çelimsiz vücut, koca bir öküzü devirdikten sonra onu afiyetle öğütebilir. Bundan şüpheniz olmasın.” dedi.
Nevzat “şaka yapmamıştım ki” diye iç geçirdikten sonra, “Buna sevindim” dedi ve ‘artık başla bakalım ruh hastası’ dercesine gözlerini doktorun üzerine dikti.
Doktor söze kendisinin değil Nevzat’ın başlaması gerektiğini söyleyen bakışlarla karşılık verince Nevzat;
- Evet, benim şikayetim şu, başım, başım çok ağrıyor. Beynimin içinde kocaman bir parti var sanki. Tepinenler, sevişenler, bağıranlar. Beynim patlamak üzere doktor.
- Bunun için bir beyin doktoruna gitmeyi denediniz değil mi?
- Elbette doktor. Tabi ki başım ağrımaya başlayınca, önce basit ağrı kesici haplar aldım, yürüyüş yaptım, duş aldım, uyumaya çalıştım ama uykusuzlukta ortaya çıkınca doktora başvurmaya karar verdim. Doktorumun dediğine göre, vücudumun, basit kireçlenme, mide ülseri, böbrek taşı ve aşırı alkolden yıpranmış bir karaciğerin dışında hiç bir sorunu yokmuş. Ve beni, bu haliyle bile en az 20 yıl daha bu dünyada tutabilirmiş. Ama 20 yıldan sonrası için tekrar muayene etmesi gerekiyormuş. Tabi ki sarhoşken araba kullanmaz ya da birileri tarafında öldüresiye dövülmez ya da yürümek için kaldırım yerine yolun ortasını kullanmaktan vazgeçmezsem. Ve tabi ki intihar etmezsem. Evet, bu koşullar altında 20 yıl daha buralardayım.
- Ve sonra doktorunuz sorunun psikolojik bir boyutunun olabileceğini söyledi ve sizi bir psikoloğa görünmeniz konusunda telkinledi. Öyle mi?
- Bravo doktor. Bedeninizin vitamini beyniniz çalıyor olmalı.
- Lütfen, burada konuştuklarımızın kesinlikle bu odada, odanın içinde ve ikimizin dışına çıkmayacağını belirtmeme izin verin. Bu etik bir konu olmakla birlikte yasalarca da güvence altına alınmıştır. Yani demek istediğim bana anlatmak istediğiniz her şeyi anlatabilirsiniz. Hatta sizi daya iyi anlayabilmem için fazla özel konuları da konuşmamız gerekebilir.
- Bu konuda şüphem yok doktor. Yani aslında aramızda kalmasını gerekli kılacak kadar özel bir hayatım yok. Bu yüzden bu konuda rahat olduğumu bilmenizi isterim. Beni asıl kaygılandıran şey, beni nasıl ve ne kadar anlayabileceğiniz konusu. Ve tabi ki beni nasıl tedavi edeceğiniz.
- Yo hayır Nevzat Bey. Sizi tedavi falan etmeyeceğim. Yani hasta olduğunuzu düşünüyorsanız size ben yardım edemem zaten. Ben sadece, sizi anlamaya çalışacağım. Bir sohbet gibi düşünün. Daha sonra birlikte sorununuz ya da sorunlarınız hakkında çözüm önerileri düşüneceğiz. Yani eğer sizin farklı bir öneriniz yoksa benim planladığım görüşme bu şekilde olacak.
Nevzat bir süre sessiz kaldıktan sonra görüşmenin tahmin ettiğinden daha ilginç olacağını düşündü.
- Yo benim bir önerim yok. Olsaydı uygulardım herhalde. Yalnız yönteminiz bana, yalnız ve asosyal bir tanı koymuşsunuz gibi geldi.
- Hayır, henüz bir tanı koymadım. Lütfen rahat olun. Çok gergin görünüyorsunuz. Sadece sohbet edelim istiyorum, hatta sizin istediğiniz bir konudan konuşalım olur mu?
- İşler nasıl? Ne tür hastalar geliyor çoğunlukla? Yorucu bir iş olmalı? Tanrım, yüzlerce insan, yüzlerce deli, yüzlerce sorun. Bu katlanılmaz bir şey. Nasıl başarıyorsunuz?
Doktor sıkıldığını belli eden bir hareketle ama nazik olmaya çalışarak,
- Zor bir iş tabi, her meslek gibi. Benim işim bu. İnsanlara yardım etmeyi seviyorum. Ama daha çok sizin hakkınızda konuşmayı tercih ederim. Daha sonra benden de konuşabiliriz tabi. Şu an sizi tanımak istiyorum izin verirseniz. Madem iş dedik. Sizin mesleğiniz nedir? Ne işle meşgulsünüz?
- Çalışmıyorum ki ben.
- .. İcra etmiyorsanız bile, mesleğiniz nedir? Demek istediğim, daha önce ne iş yapardınız?
- Ben hiç çalışmadım. Bir mesleğim yok. Sadece yaşıyorum. Ve yaşamak başka bir iş yapmam için hiç vakit bırakmıyor bana.
- Anlıyorum. Peki o zaman. Bana bir gününüzü anlatır mısınız? Nasıl vakit geçirirsiniz?
- Ben muntazaman uyurum. Canım ne zaman isterse o zaman uyur, canım ne zaman isterse o zaman kalkarım. Çoğu zaman, öğleden sonra ya kadar yatakta oyalanır dururum. Daha sonra bir duş, basit ve uzun bir kahvaltı yaparım. Televizyon izlerim, ardından akşam olur zaten, haberler, biraz daha televizyon. Sonra dışarı da çıkarım tabi.
- Nerelere gidersiniz?
- Ruh halime göre değişir. Bazen yürüyüş yaparım. Bazen gece kulübüne gider eğlenirim. Bazen izbe bir barda kusana kadar içerim.
- Sonra?
- Sonra, eğer hala hayattaysam eve dönerim.
- Neden “hala hayattaysanız?”
- Çünkü yalnız insanlar daha çabuk ölür.
- Anlıyorum. Yalnız olduğunuzu mu düşünüyorsunuz?
- Yo düşünmüyorum. Zaten öyleyim. Yani sizin anlayabileceğiniz anlamda yalnızım.
- Peki, sizin anladığınız anlamda ki yalnızlık nedir? Bana biraz bundan söz eder misiniz?
- Aslında çok uzun uzun konuşmak istediğim bir konu değil bu. Ama şu kast etmek istedim ki, insan kendisini nasıl hissediyorsa öyledir. Ben kendimi sizin kullandığınız anlamda yalnız hissetmiyorum. Yani hiç arkadaşımın olmaması ya da tek başıma yaşıyor olmam beni asosyal ve yalnız bir adam yapmaz. Mühim olan kimin olmasını, ne kadar çok isteminizle alakalı, gerisi hislerinize kalmış. Ve inanın bana dışarıdaki insanlar gördüklerini yaşıyor ve gösterilenlere inanıyorlar. Yaşam böyle bir şey değil doktor.
- Anlıyorum.
- Emin misiniz?
- Efendim? Neye emin miyim?
- Anlıyorum diyorsunuz. Üstelik 4. kez. Çok iddialı bir ifade bu. O yüzden sordum. Anladığınıza emin misiniz?
- Kavramlara yüklediğiniz anlamları sizin kadar iyi anlayabilmem mümkün değil tabi ki. Bu konuyu ayrıca konuşmak istiyorum, ama şimdi günün geri kalınını nasıl değerlendirdiğinizi merak ediyorum. Özür dilerim devam edin lütfen.
- Peki, daha sonra, eve dönerim. Ve gün içinde yaşadıklarımı yazarım. Ve genelde sabaha karşı uyurum.
- Demek yazarsınız?
- Hayır yazar olduğumu söylemedim. ‘Yazarım’ dedim. Yani teknik olarak yazı yazıyorum, ama bunları bir başkasına okutmuyorum ya da satmıyorum. Yazar, yazdığını satana denmiyor muydu? Yanlış mı biliyorum?
- Anlıyorum. Peki ne tür yazılar bunlar?
- Herhangi bir şey değil. Yani herhangi bir anlatı türüyle ilişkili olabilir mi, emin değilim.
- Peki neden yazıyorsunuz?
- Yazıyorum çünkü, yapabileceğim başka bir şey yok.
- Nasıl yani?
- Bir tür mastürbasyon diyebiliriz buna. Gün içinde çoğu zaman hiçbir şey yapmıyorum. Ve bu yapmadığım şeyleri yazıyorum bende. Çünkü yapmaya cesaretim yok. Ama yazmaya var.
Yazdığım zaman. Kendimle yüzleşiyorum. Baya baya bedenimin dışına çıkıp kendime dışardan bakıyorum.
“Her şeyi yazıyorum. Ama her şeyi. Yazabileceklerimin sınırı yok. Bir şekilde beynime giren ya da her daim orda olan her ne varsa, hepsini yazmak zorundayım ben. Bazen söylediğim ya da duyduğum bir yalanı yazıyorum, bazen kavga ettiğim iki tane sarhoşu. Sadece bu iki konu bile onlarca sayfayı doldurabiliyor bazen. O kadar çok sarhoşuz ki. Aşk sarhoşuyuz, öfke sarhoşu ya da zafer sarhoşuyuz, ortaçağın karanlığını görebiliyoruz ama burnumuzun ucunu göremiyoruz.
Ve o kadar çok yalan söylüyoruz ki, artık doğru olana karşı bir oto sansür uyguluyor beynimiz. Yazıyorum, yazdığım zaman bir pazar ayinine katılmış kadar, cuma namazı kılmış kadar, üç vakit sidur okumuş ya da dede eteği öpmüş semazen kadar tatmin oluyorum. Yazdığım zaman, Afrika’yı doyuruyorum mesela, evsizlere ev veriyorum.
- Nevzat bey, bu uykusuzluk problemi ne zamandan beri sizi rahatsız ediyor?
- 24 gündür uyuyamıyorum doktor. Uyuyamayınca başım ağrıyor, yorgun düşüyorum ve yazamıyorum. Yazamayınca her şey birikiyor anlıyor musun? Her şey ama her şey birikiyor. İçimde, beynimde üst üste yığılıyor her şey. Sen yapamadıklarının üst üste yığılması ne demektir bilir misin? Halının altına süpürülmüş toz yığınları gibi. Bir halının altına en fazla ne kadar toz birikebilir?
- Lütfen bana kafanızın içinde birikenlerden söz edin. Anlatmak bazen yazmaktan çok daha çabuk tüketir birikenleri. Ve anladığım kadarıyla siz anlatmadığınız ya da anlatamadığınız için yazıyorsunuz. Lütfen anlatmayı deneyin bana. Ne var o halının altında?
- 40 yıl var doktor. 40 yıl da yaşanabilecek ne varsa hepsi o halının altında öylece duruyor.
- yılda ne kadar acı yaşanabilir sence? Yalanlar, maskeler, ihanetler, yokluk, yoksulluk, ölümler, özlemler… Durdurun beni doktor yoksa sabaha kadar sayabilirim.
- Ve siz de yaşadıklarınızı yazarak rahatlatıyorsunuz kendinizi?
- .. Yaşayamadıklarımı da yazıyorum ben. Olmadığım gibi görünmektense olamadığımı yazmak daha samimi, değil mi?
Doktor biraz alıngan bir tavırla;
- Öyle tabi. Anlıyorum. Nevzat bey kiminle yaşıyorsunuz, aileniz? Sevgiliniz? Arkadaşlar?
- Annemle yaşıyorum ben. Yani fiziksel olarak öldü aslında, ama biz, o hayatta iken de bir arada olamadık. Bu yüzden hep birbirimizi hissettik. Şimdi de hissediyoruz.
- Anlıyorum. Ne zaman öldü anneniz?
Nevzat dalgın ve hüzünlü bakışlarla, “3 gün sonra 15 yıl olacak” dedi. Doktor Nevzat’ın bu konuda ki hassasiyetini fark ettiği için bir süre konuşmayıp sessiz kaldı. Nevzat dirseklerini dizlerine dayamış, elleriyle çenesini tutarak boşluğu izliyordu. Doktor Nevzatın bir tür süresiz yas ilan ettiğini ve çevresindeki insanların, buna saygı göstermediğini düşündüğü için insanlardan kaçtığını söylemek istedi. Ancak Nevzat’ın konudan rahatsız olduğunu anladığı için, konuyu dolaylı olarak konuşmanın daha doğru olacağına kadar verdi.
- Başınız sağolsun Nevzat Bey. Şunu merak ediyorum, sosyal çevreniz, arkadaşlarınız, yani ne sıklıkla görüşür, neler yaparsınız?
Nevzat bir an arkasına yaslanıp, “Seni küçük sıçan. Aklınca bana arkadaşlar edinmem gerektiğini öğütlüyorsun, değil mi. Oysa o duvara astığın diploma bunun tam tersini anlatmıyor mu? Arkadaşlık satmak için edinilmiş bir diploma altında, ticari bir pazarlık yapıyorsun benimle. Ama ben arkadaşlık satın almayı uzun zaman önce bıraktım.” Diye düşündü, doktorun fırça bıyıklarını incelerken. Sonra, “bendemi bıyık bıraksam” diye iç geçirdi. Ama devrimci bıyığı değil. Nietzsche bıyığı mesela. Daha önce birçok kişi, Nevzata bıyığın çok yakıştığını söylemişti. Bıyığını keseli uzun zaman olmuştu. Ama şimdi yeniden bırakmaya karar verdi. “Bıyıklarınız” dedi, dikkatle doktorun bıyıklarını işaret ederek. “Bıyıklarım mı?” dedi doktor, merakla elini bıyığına çanak tutarak. “Ne var. Bir şey mi var bıyıklarımda?
- Yo hayır, bir şey yok. Ne kadar zamanda uzuyor diye soracaktım.
- A, evet. Çok uzun zaman oldu aslıda. Yani ne kadar sürede bu kadar uzayabileceğini bilemiyorum. Tabi bu kişinin sakal yapısına, beslenmesine ve kişisel bakımına ne kadar özen gösterdiğine göre de değişen bir durum olsa gerek. Ben tüm bunlara oldukça özen göstermeye çalışırım.
Doktor bir anda asıl konun tamamen dışına çıkmıştı. Nevzat doktorun bu kadar çabuk dağılabileceğini tahmin etmemişti, gülümsemekten kendini alamadı. Doktor durumu fark edince, profesörlere has, gırtlak temizleyen artistik bir öksürükle toparlanmaya çalıştı, ama etkisini bir kere kaybetmişti artık. Artık top Nevzatın elindeydi. Nevzat bu kendini beğenmiş, sıska ruh terbiyecisine sıkı bir ders verme arzusuyla doldu. Daha sonra, gardı düşen doktorun, yuvalarına saklanmış, yalvaran gözlerine bakınca vazgeçti bundan. Oyunu bozmadan görüşmeyi sonlandırmak istedi.
- Teşekkür ederim doktor. Sanırım seansımız doldu. Önerilerinizi dikkate alacağımdan kuşkunuz olmasın. Sizin de dediğiniz gibi, yalnızca katiller ortaya koyduklarının karşılığını alırlar.
Oysa ortada ne bir öneri vardı ne de seans süresi henüz dolmamıştı. Ayrıca son cümleyi söyleyen de Henry Millar’dan başkası değildi. Yengeç Dönencesi sayfa 33.
Dışarı çıkar çıkmaz, önce biraz yürüdü, ardından kendini önüne ilk çıkan bara atıp bir bira ısmarladı. İlk bira yudumunu midesinde hissedince Psikolog fikrinin ne kadar saçma olduğunu bir kez daha düşündü. O zavallı sıska herif bıyıklarını kesmeliydi. Vücudunun ve hatta beyninin tüm vitaminini bıyıkları emiyordu.
Tanrım, bu başağrısı! Bu insanı canından, ruhu bedenden bezdiren dayılanılmaz can sancısı. Oysa bu tür bir sıkıntı yaşamayalı çok uzun zaman olmuştu. En son bundan 15 yıl önce, annesin ölüm haberini aldığında günlerce uykusuz kalmış ve ruhu bedenini böylesi dövmüştü. Aylar süren bir depresyonun ardından hayat, anlam, aşk, sevgi kavramlarını yeniden tanımlamış daha sonra bu tanımları hayatına uygulamış ve bunu yaşamaya karar vermişti. Aslına bakarsanız bu kararının ne kadar doğru olduğundan kendisi de emin değildi.
Her neyse, bunun bir önemi yok tabi, önemli olan sonuç itibariyle bir karar verebilmekti. Nevzat Her zaman “alınmış ve uygulanabilmiş en kötü karar kararsızlıktan iyidir” diye düşünmüştür.
Peki, insanı bu denli bir arayışa iten şey ne olabilir? Yani bu nasıl bir kararsızlıktır ki insana en kötü kararı yeğlettirir. Nevzat bunu yalnızlığına benzetti. “En acı yalnızlık” dedi yüksek sesle, “maskeli bir arkadaşlıktan yeğdir”. Sonra sustu. Etrafına baktı. Birasından koca bir yudum aldı kendisine bakan şaşkın bakışlar altında. Oturduğu masanın üzerine çiziktirilmiş anlamsız şekillere baktı. “Yalnızlık, bir eğlence mekanına girip, masanın üzerini çiziktirecek kadar sıkılabilmek değilse nedir?” dedi masanın üzerine eğilmiş.
“Yo, bu kadar kolay olmamalı. Yalnızlık, ‘Oğlunu, lüks villalara temizliğe giderek, binbir emek ve umutla üniversiteye kaydettiren bir annenin, oğlunu görmesi için, bir türlü bitmeyen hapishane yolunu adımlaması’ olmalı. Bilenler bilir, o yol hiç bitmez, görüşe gelen anne için. Ve kim, ‘oğlunun mağrur ve gururlu duruşunu, gardiyanların yanında bozmamak için ağlamayan ve ağlamamak için dayanamayıp ayda 1 saat olan görüş hakkının yirmi beşinci dakikasında görüşten ayrılan bir anneden daha yalnız olabilir?’ Yo, o da değil. Yalnızlık, bir gün her şeyi bir kenara bırakıp geri döndüğünde seni karşılayacak ne bir dostunun, ne de seni saracak bir annenin kalmayışıdır. Eskiden değiştirmeye çalıştığın insanların arasına karışmaya çalışman, ama bunu dahi becerememendir. Artık yalan, kibir ve riyakarlıklara dayanamayıp kendini yeniden hapsetmendir. Ve artık, Çayını karıştırırken kaşığın bardağa değdiği anda çıkan sesin tüm odaya dolmasıdır yalnızlık. Sırf ses olsun diye sürekli açık olan televizyon, hep iki kişilik demlendiği için fazla kalan çaydır”.
Yine çok içmişti Nevzat. Annesini ne kadar çok özlediğini düşündü. Keşke ölmeden önce bir kez olsun görebilseydi.
Ve kadehini kendisine bakan meraklı gözlere kaldırdı. “Sizler için içiyorum et, kemik ve kibir yığınları.”