Çınaraltı Öyküleri -5 / Samed Behrengi’nin Işığı

0
232
Çınaraltı Öyküleri - Samed Behrengi’nin Işığı - 5
  • Kütüphanemizden yararlanmak istiyorsanız bu bilgi kâğıtlarını doldurmak zorundasınız. Bilgi kataloglarımız mevcuttur. Yazar adlarına göre, kitap adlarına göre ve konuya göre olmak üzere üç çeşittir. En fazla beş kitap veriyoruz. Dilersiniz kitapları teslim ettikten sonra tekrar bir beş kitap daha alabiliyorsunuz. Katalogları nasıl inceleyeceğiniz ve bilgi formlarını nasıl dolduracağınız, duvardaki afişte gösterilmiş durumda. Sormak istediğiniz başka bir şey var mı?

Defalarca aynı cümleleri tekrarlayan bir robot gibi konuşmuştu, araya girip başka bir şey sormak ne mümkündü…

  • Teşekkür ederim çok yardımcı oldunuz. Diyebildim. Arkamı dönüp gülüşümü gizledim. Hoşuma gitmişti işini bu kadar ciddiye alışı. Elime beş form alıp, yazar adları kataloğunun önünde durdum. Ahşap kokan çekmecelerden S harfini seçtim. Kartoteksler alfabetik dizilmişti, sıralamada öndeydi Samed Behrengi… İşte aradığım kitapları; Küçük Kara Balık, Bir Şeftali Bin Şeftali, Sevgi Masalı; Ulduz ile Konuşan Bebek; Ulduz ile Kargalar.

Katalog çekmecesini dışarı çıkardım, az ötemdeki genç adamın yaptığı gibi çekmeceleri koymak için her harf kataloğunun altında bulunan, ahşaptan, sürgülü tablayı çekip üzerine yerleştirdim. Sırayla yazdım kitap bilgilerini, kendi bilgilerimi, ayrı ayrı özenle doldurdum formları. Çekmeceyi yerine yerleştirip, tablayı sürgüledim gerisin geri.

Katalog Çekmeceleri
Katalog Çekmeceleri

Genç kütüphanecinin bankosuna vardım. Kısa gülümsemelerle cevap veriyordu her soruma, gözlerini aniden yere indiriyordu sonra. Pek konuşkan olmadığı her halinden belliydi. Benden başka iki ziyaretçi daha vardı sabahın bu erken mesai saatinde. Mis gibi yeni demlenmiş çay kokuyordu kütüphanenin içi. Açılığımı yüzüme vuruyordu sanki.

  • Çayı siz mi demliyordunuz? diye sordum.
  • Arka bahçede kantin var, oturacak yer de, taze simitleri de güzeldir. Dedi. Acıkmış olduğumu fark ederek. Kısa gülümseyişiyle,
  • Alayım elinizdekileri deyip,  formlara göz gezdirdi.
  • Öğretmen? Ne öğretmenisiniz?
  • Edebiyat.
  • Çocuk edebiyatına meraklısınız sanırım.
  • Ha… Evet evet, yani edebiyatın her türlüsüne aslında. Bu gün Samed Behrengi’yi seçtim.
  • Ben de çok severim Samed Behrengi’yi. Özellikle Küçük Kara Balık’ı. 11 yaşında okumuştum. Sonra hayatım değişti. Dedi, yüzünden bir duman geçti. Kısa gülümsemesini atamadan buğulu gözlerini yere indirdi.
  • Öyle mi merak ettim, on bir yaşında bir çocuğun hayatı nasıl değişir bir çocuk kitabından?
  • Değişir, dedi. Ondan beklenmeyecek bir sertlikte.
  • Yaşadığınız yerden çıkıp başka hayatları merak edersiniz, küçük çevrenizden kopup kendinizi büyük bir okyanusun içine atıverirsiniz. Cesaret gösterirsiniz, aynı denizde yüzmek, aynı denizde ölmek istemezsiniz. Pelikanlardan habersiz, başka başka canlıları tanırsınız, hatta seversiniz onları. Bir gün, bir pelikanın kursağında yem olacağınızı bildiğiniz halde…

Öyle içten döküldü ki kelimeler ağzından, daha fazla soramadım, öyküsünün gerisini araştıramadım.

  • Haklısınız, sanırım. Diyebildim yalnızca. Onu kırmış olmaktan bu sefer ben utanmıştım.
  • İmzanızı atmamışsınız. Dedi, formları uzatarak.  Her birine ayrı ayrı lütfen…

Elinden formları aldım, sıkıntım daha da artmıştı. Sürgün bir öğretmen olarak gerçek imzamı atmak fikri beni terletmişti. Hemen uydurma bir imza attım. Kolay bir şey olsun diye soyadımın baş harfini karalayıp verdim, her bir form için ayrı ayrı… Dikkat etmedi attığım imzalara. Rahatladım. Uzun zamandır devlet müesseselerinden uzak durmanın verdiği acemilik vardı üzerimde, belli etmek istemedim.

  • Kitaplarınız depodan çıkarılacak biraz beklemeniz gerek, dilerseniz kantinde çay içebilirsiniz,  dedi.
  • Çok teşekkür ederim, dedim. Unutmayın, her pelikanı öldürecek bir kılıç bulunur aranırsa…
  • Kılçıktan bile mi olsa? dedi…

Başımı sallayarak evetledim. Gözlerini bir anlığına gözlerime değdirerek, beni anladığını hissettirdi, gülümsemesi bu sefer içtendi.

Taze çay fikrine bayılmıştım, zaten açlığım da dayanılmaz bir hal almıştı. Gösterdiği taraftan bahçeye çıktım. Küçük bir nefes alma yeriydi. Bir avluydu burası. Dört bir tarafı duvarla kaplı, iki ağaçlık bir bahçecik… Hercai menekşeleri çiçek açmıştı, mor, beyaz, sarı… Ayaklıklı kül tablalarından burada sigara içilebildiğini anladım. Kantinci yaşlıca bir bayandı, hafif kamburu çıkmış… Başörtülü, yüzü sıcak, kırışık, içten, güler yüzlü… Buyur etti beni, uzun kantin taburelerinden birine oturdum. Taze çay kokusundan midemin gurultusu duyuldu. Ben söylemeden bir tabağa sıcak simit ve karper peyniri koymuştu, su bardağı dolusu çayla geldi yanıma.

  • Utangaç bir ifadeyle,  Sormadım ama dedi.  Var mı bir eksiğim?
  • Estağfurullah, ne eksiği fazlası var, dedim. Hafifçe omzuna dokunarak… Mavi gözlerinin içi güldü.
  • Ellerinize sağlık, dedim. Çok acıkmışım.
  • Öyle olur, dedi, Buraya gelenler hep çok açtır. Mideleri doyurmak benim işim, yürekleri doyurmak ise kütüphanecilerin. Göz kırpıp ayrıldı yanımdan.

Uzun zaman olmuştu insanlarla yakın ilişkiler kurmayalı. Yaban hayatından çıkmış gibiydim. Kendi ürkekliğimden kendim çekindim. İnsanlara değil güvenmek, onlarla aynı havayı solumaya bile tahammülüm yoktu. Yüreğim kırgınlıklar ve kızgınlıklarla doluydu. İnsanoğlunun acımasızlığından, merhametsizliğinden yılmıştım. Güzel olan ne varsa üzerine basıp geçiyorlardı. Kendilerinden olmayanı yok edici silahlarıyla dışlıyorlar ya da sürgüne yolluyorlardı. Öğretmenlik hayatımın son on senesini sürgünde geçirmiştim. Kimsenin gitmeyeceği kasabalarda yüzlerce öğrencim olmuştu. Okutulması yasak ne kadar eser varsa o ücra köşelerde bilgiye susamış gençlere taşıyan bir ırmak olmuştum. Bu yüzden belki de Samed Behrengi gibi bir görev üstlenmiştim kendi kendimce.

  • Bir bardak daha vereyim mi?
  • Teşekkür ederim almayayım, çok güzel olmuştu demi, kokusu yerindeydi. Kitaplarım gelmiştir, ben şimdilik müsade isteyeyim. Ama öğle yemeğinde bir tostunuzu yerim.
  • Beklerim, dedi… Kaşarım taze, sucuğum Kayseridendir ona göre…
  • Öyle ise öğleye görüşmek üzere…

Borcumu ödeyip kantinden çıktım genç kütüphanecinin tarafına yöneldim. Sıcak demli çay, taze çıtır simit ve en önemlisi iyilik dolu bir çift göz bana iyi gelmişti.Tam düşündüğüm gibi kitaplarım da gelmişti. Eski baskılı, köşelerindeki etiketlerde İstanbul Devlet Kütüphanesi damgalı, numaralı kitaplar… Bir an da onların da hapishanesi burası diye geçirdim içimden. Arşiv odalarının tozlu raflarında yıllarca gün ışığından yoksun bekliyorlardı. Bir okuyucu gelip onları seçtiğinde ancak açık görüşe çıkabiliyorlardı.Tıpkı bir mahpus gibiydiler. Bilgiyi, sanatı koca koca odalara hapsediyorduk aslında. Çok eski bir kütüphaneydi burası. Yüzyılı aşmıştı, devlet eliyle kurulan ilk kütüphaneydi. Devlet kitapları ziyaretçilerine açmıştı. Kütüphanedeki kitapların hapishane ziyaretçisi mi oluyordu yani okurlar?

Kitaplarımı ve masa numaramı aldım, artık okuma salonuna geçiyorum… Görüşme odasına bir anlamda. Eski, yüksek kapısından içeri giriyorum. Öyle karanlık ki ortalık, gözlerimin alışması zaman alıyor. Her yer ahşap, eski mekân, masalar, sandalyeler, zemin gıcırdıyor yürürken… Yeşil meşin kaplı sandalyeler… Masa numaramı bulup oturuyorum. Sandalyemin süngerleri yırtık ama aldırmıyorum. Burada her şey numaralı bütün eşyalar, her şey etiketlenmiş durumda. Ben bile diyorum içimden. 15 numaralı masam, sandalyem ve masa lambam… 15 numarayım ben… Işığı açıyorum, çıt sesi yankılanıyor sessizliğin içinde… Derin bir yalnızlık ve huzur hissediyorum, banker masa lambamın loş ışığı aydınlatıyor ortalığı. Rahatsız sandalyemde rahatı buluyorum, hiç kimse yok benden başka… Kubbelere bakıyorum her şey o kadar eski ki, ben içinde yenileniyorum… Sanki yıllardır bu mekânı arıyordum, evime gelmiş gibiyim, ait olduğum meskenimi bulmuşçasına rahatlıyorum.

Küçük Kara Balık
Küçük Kara Balık

İlk kitabım Küçük Kara Balık. Yüreğim sızlıyor, kenarları ciltlenmiş ama ilk baskısı olduğunu biliyorum kapağından tanıyorum.

Masamın ışığında güzel bir yüzün hayaliyle aydınlanıyorum.

“Kış ortasında bir akşam vaktiydi. Denizin en derin yerinde, yaşlı mı yaşlı bir balık nine sayıları on iki bini bulan çocuklarıyla torunlarını çevresine toplamış, onlara bir masal anlatıyordu.”

“Bir varmış bir yokmuş, bir Küçük Kara Balık varmış; bu Küçük Kara Balık annesiyle birlikte bir derede yaşarmış… Her gün, sabahtan akşama kadar, Küçük Kara Balık, annesinin peşine takılır, oraya buraya yüzermiş…

Küçük Kara Balık, günlerdir düşünüp duruyormuş. Orada burada dolaşırken çoğu kez annesinin arkasında kalıyormuş, annesi de onun biraz hasta olduğunu, yakında yeniden sağlığına kavuşacağını sanıyormuş…”

Evet, hastaydım. Yıllardır çektiğim böbrek hastalığım nedeniyle gitmiştim doktora. İri kahverengi gözlerini dikmiş öylece bilge laflar ediyordu karşımda yaşına, başına bakmadan.

  • Bizden olmayanı ayrık otu gibi koparıp atarız, rahatımız düzenimiz bozulmasın isteriz. Oysa ayrık otu o kadar şifalı bir bitkidir ki, grip, soğuk algılığı, öksürük ve nezlenin bir numaralı tedavi edicisidir. İdrar söktürür, böbrek taşlarına, iltihaba iyi gelir. Kanı temizler, böbrek hastalarına ben hep bu otu tavsiye ederim.

O konuşuyordu boyuna insan muhabbetine hasret ben, onun ince, yumuşak ama bir o kadar da kararlı ve hükmedici sesini dinliyordum. Kaç yaşında acaba diye geçiriyordum içimden. Doktor olduğuna göre o kadar da küçük olmamalıydı yaşı. Bir sevdiği var mıdır acaba? Ardında bıraktığı bir nişanlısı…

Yüreğim sıkışıyor, nasıl unutacağım ben seni. Hasretine alıştım, beklemiyorum artık gül yüzünü görmeyi. Aldığım en son haber İstanbul’a döndüğüne dairdi. Bak çıkıp geldim işte peşinden. İzini süren bir av köpeği gibi… 

Not defterimi çıkarıp aklıma gelenleri kâğıda geçirdim.

Çok özlemişim seni. Muhabbetini, neşeni, her soruna bulduğun çözümlerini… Hiçbir şeyi dert etmezdin. Bir ömür yaşayabilirdim seninle, hayatımın gülümseyen yüzüydün. Ben ise? Pişman mıyım yaptıklarıma?  Nasıl da yıktım bir öfke anında, ellerimizle ilmek ilmek ördüğümüz sevgimizi…

Samed Behrengi gibisin” demiştin bana. “Ama sonun öyle olmasın sakın. Allah’tan 29 yaşını çoktan geçmişsin. Senin bir yerlerde ölü bulunduğun haberini almayacağım şükür.”

Yaşıyor muyum gerçekten? Ah! Küçük Kara Balık, evinden yuvandan ayrılıp bu kadar uzağa gelmeye cesaret ettiğin için sağ olasın. Yoksa nerden bulurdum ben seni.  Sana bunu hiç söylememiştim. Söylese miydim?  Ben senin kadar cesur değildim. Elimde kamam, balıkçıl kuşlarını öldüreyim. Sessizliğimle kendimi öldürdüm yalnızca, sen bir ceylan gibi dolanırken etrafımda, beni yeniden taşırken hayata, ben bir avcı gibi vurdum seni! Bu hayatta en çok sevdiğimi… 

Sen doğum günümde hediye etmiştin bana en kıymetlini… ‘Sana verebilecek başka hediye bulamadım Artvin’de ‘ demiştin. Ah! Küçük Kara Balık ben onu öfkeme salıp, sandal yaptım, denizlere bıraktım… Senin sevgini, güvenini hiçe saydım, gururuma yenik düştüm… Ah! Şimdi nerelerdesin Küçük Kara Balık?

Nerelerdesin sevdiğim?

 

Çınaraltı Öyküleri – Gün İçinde Başka Gün – 1

Çınaraltı Öyküleri – Gün İçinde Başka Gün – 2

Çınaraltı Öyküleri – Yaşama İnat Yaşamak – 3

Çınaraltı Öyküleri – Dostum Küçük Kara Balık – 4

Çınaraltı Öyküleri – Salyangoz’un İzi – 6

Çınaraltı Öyküleri – Çocuk Palyaço – 7

Çınaraltı Öyküleri – Bir Mektubun Var – 8

Çınaraltı Öyküleri – Bir Dalda İki Aşk – 9

Çınaraltı Öyküleri – Asfalttaki Papatyalar – 10

Çınaraltı Öyküleri – 11 / Bir Mektubun Ağzından

Çınaraltı Öyküleri – 12 / Kır Çiçeğinin Rüyası; Kelebeğin Dünyası

Çınaraltı Öyküleri – 13 / Ömrüm Seni Sevmekle Nihayet Bulacaktır