“Benim sözümü dinleyene kadar bu odada tek başına kalacaksın?”
“Ama anne?”
“Aması maması yok, ne zaman isyanı bırakır, sözümü dinler uslu çocuk olursun, o zaman yalnızlıktan kurtulursun.” Demişti annem.
Odanın kapısını üstümden kilitlemişti. 8 yaşındaydım daha o zamanlar. Top oynamaya çıkmıştım, saatin kaç olduğunu farkına varamamıştım. Akşam olmuş, hava kararmıştı. Annem bana çok kızmıştı.
Kızdığında tek bir fiske dahi vurmazdı. Babam olsa iki tokat patlatır, ama kızgınlığı geçtikten sonra karşına alır “Bak oğlum” diyerek söze başlardı, öğrencisiyle konuşan öğretmen edasıyla.
“Eğitimin ilk şartı kurallara uymaktır, büyüklerin sözünden dışarı çıkmamaktır. Sen iyi ve kötünün ne olduğunu bilmezsin. Biz senin…”
Onlar benim adam olmamı istiyorlardı, haylazlık etmememi, ne derlerse evetlememi, kuralları sessizce kabullenmemi… Büyüyüp para kazanmalıydım. Okuyup doktor, mühendis, avukat olmalıydım. Onların beğenip seçtikleri ailemize uygun bir kızla evlenip, yuva kurmalıydım. Adam olmak bu demekti çünkü. Beni dünyaya getirdiklerine göre onların istedikleri gibi biri olmalıydım. Her anne-babanın en doğal hakkıydı bu…
Öğretmen maaşıyla geçindiriyorlardı evi. Kız kardeşim ve beni, para harcamamaya teşvik ediyorlardı boyuna. Tutumlu olmak adına çocukça isteklerimize ket vuruyorlardı. Bir taraftan da derslerimizde başarılı olmamız için çok çalışmamız gerektiğini söylüyorlardı. Oysa ben!
Oysa ben işime yaramayacak dersleri okumak istemiyordum, çünkü oyuncu olmak istiyordum. Konservatuara gitmeyi, tiyatro eğitimi almayı hayal ediyordum… Varsa yoksa oyun metinlerini ezberliyor, küçük piyesler yazıyor, hep sahnedeymişim gibi hissediyordum kendimi. Sanki birisi beni gözetliyordu ve her hareketimi kayda alıyordu. Ders kitaplarımın köşelerine palyaço yüzleri çiziyordum. Masklar, dekor tasarımları falan… Bir keresinde matematik öğretmenim yakalamıştı beni derste çizerken, babamın arkadaşı olduğu için hemen ona şikâyet etmişti. Top oynamamı yasaklamıştı babam. Artık sokağa da çıkamıyordum. Nasıl bitecekti bu lise hiç bilemiyordum?
Üniversite sınavları gelip çattığında umumi istek üzerine siyasal bilgilere girdim. Çok sevinmişti bizimkiler. Kaymakam olacağım diye günlerce ceket-kravat dolaşmıştı babam. Tebrikleri kabul etmişti annem. Ev ana baba günüydü. Zavallı kız kardeşim kendi başına bir köşede unutulmuştu.
Bütün kasaba beni konuşuyordu, anne-babamın üzerimdeki emekleri dillerde dolaşıyordu.
Ne yalan söyleyeyim, bu ilgi çok hoşuma gitmişti. Beni uğurlamaya ne kadar tanıdık, eş- dost varsa hepsi gelmişti. El sallarken annem ağlamış, babam gözyaşlarını fötr şapkasının altına saklamıştı. Gurur duyuyorlardı benimle, uslu, söz dinleyen oğulları sonunda ‘adam’ olmuştu. Gidiyordu İstanbul’a…
- Selam, yine ne yazıyorsun oyun mu?
- Ha merhaba ya otursana, yok oyun değil bu sefer kısa bir öykü yazıyorum. Bir edebiyat dergisi yarışma açmış, birinciye iyi ödül var. Ne yaparsın para kazanmak için yazıyorum bu sefer.
- Senin gibi bir oyuncu, bir oyun yazarı para kazanmak için kısa öyküler yazsın olacak iş mi?
- Ne yaparsın üniversiteyi bitiremeyince böyle oluyor işler.
- Ekmek kapısı muhabbeti desene, sanatım var satılık.
- Tuzu kuruların böyle konuşması normal tabi… Şurada oturmak için bile çay parası gerek. İkide bir gelip duruyor garson. ‘ Çay bırakayım mı abi, çay bırakayım mı abi?‘ Bana bak seni yazarım bütün âleme rezil olursun’ dedim. Korktu enayi. Paçayı kurtardım. Şimdi ben çağırmadan gelemiyor yanıma.
- Haha… Âlem adamsın vesselam. Neyse kaçtım ben, konferans var okulda, görüşüz sonra. Hadi kolay gelsin sana.
- Eyvallah, arkadaşlara selam söyle, af çıkarsa haber verin ha. Belli olmaz belki dönerim geri okula.
- Tabi ya! Hah şöyle, dört dersten okuldan mı atılırmış insan. Var bir söylenti. Haberimiz olur olmaz, buluruz biz seni burada, Çınar altında.
İstanbul büyük şehirdi, çok büyük şehir. Bizim oralara benzemiyordu ne insanı, ne yaşamı… İlk zamanlar okulla yurt arasında zaman geçiriyordum. Derslerim iyiydi. Ezberim sıkı olduğu için sınavlarda zorlanmıyordum. Etliye sütlüye hiç karışmıyordum. Siyasi ortamdan uzak duruyor, toplu hiçbir eyleme katılmıyordum. Öğrenci kahvehanelerine gitmiyor, kantine bile arada sırada uğruyordum. Tiyatroyu aklımdan çıkartmıştım sanki. Ta ki koridordaki o afişi görene kadar.
“İktisat Fakültesinin Tiyatro Kulübü çalışmalarına başlayacak, başvurmak isteyenlerin…”
Başvurmak isteyenlerdendim. Eski sevgilisiyle yeniden karşılaşan bir âşık gibi, içimde parlayan heyecanla, soluk soluğa, zor attım kendimi kantinin sigara dumanlı havasına… Kiminle konuşacağımı bile bilmiyordum. Ne diyeceğimi, nasıl ulaşacağımı? İlanın tamamını okumamıştım ki!
Kantinin ortasında durmuş hiç tanımadığım insan yüzlerine bakıyordum bir bir, onlar da bana bakıyorlardı. Kendi çevremde dönüp duruyordum. Birine, yalnız bir kişiye sormak istiyordum. Seçeceğim tek bir kişiye…
İşte o anda göz göze geldik onunla. Sıcacık bir bakıştı, gülümsüyordu bana. Sarı kirpiklerinin içine gizlenmiş su yeşili gözleriyle, bizim oraları anımsatıyordu. Çocukluğumun en sevdiğim yerini, yazları geçirdiğimiz yayla evini. Başakların arasında saklı kalmış, kimselerin bilmediği yeşil gölü, ilk sevgilimi…
Sırdaşımdı yeşil göl, arkadaşımdı. Okul kapanır kapanmaz soluklandığım tek sığınağımdı. Bütün bir kış hasretini çekerdim. Balık tuttuğumu zannedelerdi kenarında, eve eli boş dönerdim akşamları. Acemi balıkçıya çıkmıştı adım. Oysa tuttuğum bütün balıkları, ellerimle geri gönderirdim geldikleri yere, sevgilime, yeşil göle. Kıyamazdım onları yemeğe… Sevgilimi üzmek istemezdim, hayallerimi anlatırdım boyuna. Yazdığım piyesleri oynardım tek başıma. İzlerdi beni sessizce sevgilim, duyardı sesimi; bilirdim…
Toplayıp cesaretimi gidip sordum ona tiyatro kulübünün yerini…”Benimle gel “dedi. Öyle samimiydi ki. Kantinden yemek haneye indirdi beni. Yemek servisi bitmişti, tabldot tepsilerinin birbirine çarpan gürültüsünün eşliğinde yürüyorduk. Masalar kaldırılmıştı. Yerleri süpürüyordu bir görevli.
“Seni hocamızla tanıştıracağım” dedi. “Bundan sonra beraber tiyatro yaparız ne dersin?” Olmaz mı?
Olurdu elbet, öyle de oldu. Hep beraber çalışmaya başladık oynayacağımız oyunu…
- Bir çay versene bana…
- Elbette abi, simit de ister misin?
- Hayrola, korktun mu seni yazacağım diye?
- Yok be abi, ne korkması. Anladım ben seni.
- Ne anladın söyle bakalım?
- Yani ayıptır söylemesi, ama bu yazı işleriyle para kazanamazsın abi. Sana sahici bir iş gerek. Benim gibi garson ol demiyorum da, okumuş yazmış adamsın başka tür bir iş tutamaz mısın?
- Tutarım elbet, muhasebecilik yaparım mesela.
- Öyleyse, boş yere niye sıkıntıya sokuyorsun ki kendini?
- Doğru söylüyorsun aslında, tutturmuşum tiyatro diye, zaten yazamadım bir türlü istediğim oyunu.
Kız kardeşim yazdığım oyunlara bayılırdı. Küçük skeçler yazar, oynardım sonra. Onu da katardım oyunuma, ama annem ev işleri için onu hep yanına çağırırdı. İstemeye istemeye giderdi, benimle kalıp oynamayı çok severdi. Öyle sessiz bir kızcağızdı ki, duymak için sesini, eğilmek gerekirdi. Hep güler yüzlüydü, hiç yaramazlık yapmazdı. Annemleri hiç kızdırmazdı. “ Hiç üzmez kızım beni” derdi annem öğünerek. “ Okuyup avukat olacak benim kızım” derdi babam. Hiç üzmedi kız kardeşim annemi ve okuyup avukat oldu tıpkı babamın istediği gibi. Ankara’da okudu, hem çalıştı okurken, hiç yük olmadı aileye. Stajını bitirdi aynı sessizlikle. Yanına gittiğim bir gün,
“Abi” demişti. Duruşmalarda hiç sesim çıkmıyor diye, alay ediyorlar benle.”
“Sen de bağır be kızım“ demiştim, bağırarak. Ardından okuduğum tirat ile ona sesimin tonunu göstermiştim.
Gözlerinin içi gülmüştü yeniden. “ Keşke senin gibi olsaydım ben de “demişti. “ Benim hiç kendime güvenim yok. Hiçbir şeyi doğru düzgün yapamıyorum. Abi biliyor musun, galiba ben avukat olmak istemiyorum. Bana uygun değil bu meslek.”
İşte o anda beynimden vurulmuştum. Hayatımda en çok sevdiğim kişiydi kız kardeşim. Ama ben onu öylece bir köşede unutmuştum. Hassas, naif kendi dünyasında yaşayan canım kardeşimi.
Hep Barbie bebek gibi yanımda taşımış, onunla oyun oynamış, oyunlarım bitince de bir köşeye atmıştım. Ne diyeceğimi bilemeden öylece yüzüne baktım, sarıldım sonra hiç sarılmamışım gibi sıkı sıkıya…
“Sen ne yapmak istiyorsun güzelim?” dedim.
“Ben resim yapmak istiyorum” dedi. Ve bana yaptığı resimleri gösterdi. Çok şaşırmıştım, onu bu güne kadar bir kere bile resim yaparken görmemiştim. Harika bir çizgisi vardı. Benden çok daha yetenekliydi. Resimler elimde öylece kala kaldım. Söyleyecek tek bir sözüm bile yoktu. Halimi anladı, ne kadar üzüldüğümü gördü. Ardından,
“Sabahları hep uykulu kalkardım hatırladın mı ?” dedi. Başımı salladım.
“Geceleri gizli, gizli çizerdim resimleri. Odamın ışığını hiç açmazdım. El fenerinin ışığında çalışırdım. Boyaları mahalledeki kırtasiyeci Şefik amca verirdi bana. Okul çıkışlarında ona yardım etmeye giderdim hatırladın mı?”
“Evet” dedim. “ Biz seni orada ders çalışıyorsun zannediyorduk.”
“Çalışıyordum, Şefik amca bana matematik öğretiyordu. Ama bir yandan da resim çizmeyi öğretiyordu…
“Bize neden söylemedin“ dedim. Gülümsedi her zaman ki gibi.
“Söylesem izin verir miydiniz? “ dedi.
Sustum. Başımı önüme eğdim. Bizim aramızda onca sene bir gölge gibi, hiç ses etmeden yalnızca gülümsemeleriyle yaşayan kız kardeşim, benden çok daha iyi bir oyuncuydu. Bir palyaço gibi maskesini takmış, bizleri eğlendirmiş, görevini yerine getirmişti. Yorulmuştu palyaço çocuk.
Artık sahneden inmek, maskesini çıkarmak, yüzündeki boyaları silmek istiyordu.
Kendi resmini çizmek istiyordu artık, kendi boyaları, kendi fırçaları, kendi tualine kendini resmetmek istiyordu…
Çınaraltı Öyküleri – Gün İçinde Başka Gün – 1
Çınaraltı Öyküleri – Gün İçinde Başka Gün – 2
Çınaraltı Öyküleri – Yaşama İnat Yaşamak – 3
Çınaraltı Öyküleri – Dostum Küçük Kara Balık – 4
Çınaraltı Öyküleri – Samed Behrengi’nin Işığı – 5
Çınaraltı Öyküleri – Salyangoz’un İzi – 6
Çınaraltı Öyküleri – Bir Mektubun Var – 8
Çınaraltı Öyküleri – Bir Dalda İki Aşk – 9
Çınaraltı Öyküleri – Asfalttaki Papatyalar – 10
Çınaraltı Öyküleri – 11 / Bir Mektubun Ağzından
Çınaraltı Öyküleri – 12 / Kır Çiçeğinin Rüyası; Kelebeğin Dünyası
Çınaraltı Öyküleri – 13 / Ömrüm Seni Sevmekle Nihayet Bulacaktır